Aşağıda bir kısmını okuyacağınız yazı, Dr. Ali Yaman'ın Allahçılar - Orta Asya'da Yesevilik, Kızılbaş Türkler, Laçiler adlı kitabından alınmıştır. bu konuyla ilgili internette çok fazla kirli bilgi olduğu için doğrudan birinci kaynaktan okumanızı tavsiye ederiz.
XIX. yüzyıl sonlarında Orta Asya ve Kafkasya olarak
genellenebilecek eski Sovyetler Birliği coğrafyasında Nakşibendilik, Kadirilik,
Yesevilik ve Kübrevilik olmak üzere dört büyük tarikatın faaliyette olduğu
bilinmektedir. 12.-13. yüzyıllardan itibaren Orta Asya’da en güçlü tarikat olan
Yesevilik, zamanla ya diğer tarikatlarca özümsenmiş, ya da başka adlar altında
kendini kısmen yaşatmayı sürdürmüştür. Bizim gerek kaynak gerek alan
araştırmalarımıza göre Anadolu’daki Alevi-Bektaşiler ve Kırgızistan’daki Laçiler
Yesevi Yolu’na özgü bazı özellikleri günümüzde başka şekiller altında olsa da
yaşatmaktadırlar. Burada
Kırgızistan’daki Laçilerin geçmişi, Yesevi Yolu’yla olan benzerlikleri ve
kendine has özellikleri ele alınmaya çalışılacaktır.
Türk topluluklar arasındaki sufiliğin gelişim sürecine
baktığımızda Yesevilik, tarihsel süreç içerisinde benzeri oluşumları hem
etkilemiş, hem de etkilenmiştir. Şöyle ki mesela zaman içerisinde Nakşibendi
tarikatının esasını oluşturan hafi (sessiz) zikirden sapmalar meydana gelmiş ve
bunun sonucunda tarikat içerisinde zikirin hafi mi yoksa cehri mi olacağı
konusunda önemli tartışmalar başlamıştır. Zikire ilişkin bu değişim muhtemelen
Yeseviliğin etkisiyle oluşmuştu. Orta
Asya’da Yesevilik zamanla diğer tarikatlar içerisinde eridi. Ayrıca zaman
içerisinde, onun Orta Asya’daki nüfuzundan yararlanmak isteyen başka
tarikatlar, özellikle de Nakşibendilik, onunla kendini ilişkili göstermeye
çalıştı ve bunda da başarılı oldu.
…..
Yesevi yolunda Nakşibendilikten farklı olarak sesli zikir
(zikr-i cehr), müzik, raks-ı sema ve kadınlı-erkekli zikir/ibadet vardır. Yeseviliğin bu ayırıcı özellikleri göz önüne
alınarak, günümüzde bu özelliklerin devamı şeklinde ibadet ve ritüelleri
sürdüren Alevi-Bektaşiler ve Laçiler hakkında araştırmalar yapılması
gerekmektedir. Laçiler konusunda ise literatürde yer alan bilgiler çok daha
azdır. Kadın-erkek toplanarak Yesevi’nin “Hikmetler”ini dutar eşliğinde
söyleyen ve Alevilerdeki “semah” benzeri hareketlerle coşan bu topluluk hakkında da bilgiler yetersizdir.
Laçilerin ibadet ritüeli olan zikirleri, Alevi-Bektaşilerin Cem ibadetleri ile
pek çok ortak özelliğe sahiptir.
…..
Yesevilik, Türkistan (Yesi) çevresinden başlamak üzere Türk
toplulukların yaşadıkları alanlara yayıldı. Anadolu ve Balkanlara kadar ulaştı.
Rus Alimi Gordlevski’nin belirttiği üzere “…Küçük Asya halkının düşünce
yapısına, Orta Asya Türk mistikleri “atalar” da büyük etkide bulunmuşlardır.
Bunlar, Küçük Asya’ya , Ahmet Yesevi’nin mezhebini ve hikmetlerini
taşıyorlardı…”
Demek ki Yesevi Yolu zaman içerisinde değişik isimler
altında da olsa devam ederek, Kırgızistan’a da Anadolu’ya da bu şekilde ulaştı.
Örneğin Yesevi Yolu’nun Kırgızistan’daki izbasarları ileride söz edeceğimiz
üzere Laçilerin adı, zikir sırasında çıkarılan sese dayandırılmış, Yesevi
Yolunun Anadolu ve Balkanlar’daki devamcıları olan Bektaşiliğin adı ise Hoca
Ahmet Yesevi’nin halifesi olan Hacı Bektaş Veli’ye dayandırılmıştır. Orta
Asya’da hakim Ahmet Yesevi kültü, Anadolu’da yerini, yine onunla bağlantılı
yerel dedelere ve babalara bırakmıştır. Hacı Bektaş Veli de bunlardan biridir.
Yüzyıllara dayanan bu süreçte bu tür bir değişimin yaşanması çok doğaldır.
Burada bizim açımızdan önemli olan Yesevi Yolu’nun temel motiflerinin bu
topluluklarda nesilden nesile aktarılarak korunmuş olmasıdır. İşte bu bakımdan
Yesevi kültürü bakımından önemle incelenmeleri gerekmektedir.
Bu iki toplulukta da Ahmet Yesevi’nin “Hikmetler”inde
belirtilen kadınlı erkekli, sesli zikiri esas alan, raks ve sema ve müziğe yer
veren bir ritüel ibadet işlevini görmektedir.
Hem Laçiler hem de Alevi-Bektaşilerin geleneksel yaşam alanlarında
ağırlıklı olarak, sözlü geleneğin hakim olduğu ve ellerinde bulunan elyazması
kitaplarda Ahmet Yesevi ile ilgili menkıbeler yer aldığı görülmektedir. Örneğin
Alevi-Bektaşi grupların içinde bazıları
doğrudan Ahmet Yesevi’ye neseben mensubiyet iddia etmekte hatta Ahmet
Yesevi adını taşıyan bir ocak da bulunmaktadır. Anadolu’da yaptığım alan
araştırmalarına göre bu ocak Şah Ahmed Yesevi, Ahmed Yesevi veya Şıh Ahmed Dede
Ocağı adlarıyla anılmakta, bu ocağın Malatya, Erzincan, Tunceli ve Tokat’ta
dedeleri bulunmaktadır. Yine Bektaşi silsilenameleri ve icazetnamelerinde de
Ahmet Yesevi mutlaka yer almaktadır.
Ayrıca hem Laçiler, hem de Alevi-Bektaşiler arasındaki zikir
esnasında kullanılan dil sade Türkçe olup, halk dilidir. Laçiler de ağırlıklı
olarak Ahmet Yesevi’nin “Hikmetler”ini dutar eşliğinde “hapız” adı verilen ve
Ahmet Yesevi’nin “Hikmetler”ini ezbere bilen kişiler söylemektedir.
Alevi-Bektaşilerde ise Yesevi geleneğinin Anadolu’da yerini almış olan
kişilerin şiirlerini (deyiş) mürşid/dede veya aşık/zakir gibi adlarla anılan
kişiler söylemektedirler. Her iki toplulukta da kullanılan dil Türkçe’nin
farklı versiyonlarıdır ve eskiden günümüze otantik halini yitirmeden
gelmişlerdir.
Laçileri, eski Sovyetler Birliği etki alanı dışındaki bilim
çevrelerine tanıtan Fransız araştırmacı Bennigsen olmuştur.
…..
Geleneksel Alevi yerleşim alanlarının olduğu gibi merkeze uzak, dağlık ve ulaşılması güç alanlarda yaşayan Laçiler’in kapalı bir topluluk olmalarının da nedeniyle olsa gerek, haklarındaki bilgiler yetersizdir. Bugün artık yavaş yavaş gelişmiş alanlara göç etseler de Laçilerin geleneksel yerleşim alanlarının merkeze uzak, dağlık alanlar olduğunu görülüyor. Bunu anlamak için haritaya bakmak ve Laçi kışlaklarına gitmek yeterli olacaktır.
….
Laçi adının kökeni üzerinde kaynaklarda yeterli bilgi
yoktur. Mambetaliyev, “Liyaçi, Laaçi” adlarını kullanmakta, zikir ettikleri zaman söyledikleri “illahu”
diyen bağırışlarından dolayı “laaçılar”; “laalar”, “lyaçiler” diye ad verilmiş.
Bana göre de Laçi veya Laaci deyimi, zikirde gerçekleştirilen eylemle doğrudan
ilintilidir. Çeşitli zikir şekilleri gördükten sonra bende böyle bir kanaat
oluştu. Şöyle ki zikir sırasında en çok kullanılanlar “İllallah”, “La ilahe
illallah” ve “Hu” gibi kutsal sözlerdir. Çeşitli zikir uygulamalarında
tekrarlanan bu sözleri düşünerek, Lahci ve Laçi sözlerinin kökenini anlamaya
çalıştım. Buna göre “Laçi, Laaçi, Lyaçi” gibi adların bu sözlerden dolayı
ortaya çıktığına hükmettim. Şöyle ki Laçilerin dışındaki halk onların zikir
ibadetlerine katılamamış, bilinenler dedikodu boyutundan ileri gidememiştir.
Onlara zikirlerindeki sözlerinden dolayı “La ilahe illallah diyen” anlamına
gelmek üzere “la diyen” şeklinde “La-ci/Lahci” denilmeye başlanmıştır. Türk
dilinin gramer yapısı, söyleyiş biçimi bakımından da bu açıklama doğru
gözükmektedir.
Laçi olmayanlarla görüşmelerimizde onların bu sözcüğü bir
küçümseme, bir alay etme aracı olarak kullandıklarını gözlemledik. Çünkü
doğrusunu bilmeseler de Laçileri hep kulaktan dolma dedikodularla tanımışlardı.
Bu dedikodular da onların “ahlaksızlık” içeren ayinleri, yani zikirleri esası
oluşturuyordu. Kademcay’da bir lokantada
sohbet ettiğimiz iki yaşlı kişi, Laçilerle ilgili sorularımıza, çevredekiler
duymasın diye kısık sesle ve anlattıklarına zaman zaman gülerek yanıt
vermişler, bunları görüp görmediklerini sorduğumuzda ise, görmediklerini yalnız
duyduklarını ifade etmişlerdi. Biz Laçilerle görüşmelerimizde ise Laçi adına
yüklenen kötü anlamlardan dolayı rahatsız olduklarını gözlemledik. Bazıları
kendilerinin her zaman Allah’ı zikreden bir ibadet tarzları olduğuna dayanarak
“Allahçı” olarak adlandırmalarının daha doğru olacağını söylüyorlardı. Bu adın
onlar arasında eskiden beri mi kullanıldığı, yoksa “Laçi” adının küçümseme
amaçlı kullanımına karşı geliştirilen bir isim mi olduğu konusu ise açık değildir.
Ayrıca Laçilerin kendi aralarında birbirleri için “Divane” sözünü de
kullandıklarını gördüm. “Bizim Divaneler” şeklindeki ifadelerinden bu sözcüğü
de kendilerini tanımlamak için kullandıklarını anlıyoruz.
Bennigsen’in de çok doğru olarak belirttiği üzere “…Doktrini
bölgesel şartlara adapte edilmiş olan ve İslam öncesi Türk inanç ve
geleneklerinden oldukça etkilenmiş bulunan Yeseviyye tarikatının, XIII. asırdan
XV. asıra kadar tüm Orta Asya’da, Harezm’de, Uzak Kafkasya’nın Türkmen
ülkesinde ve Orta Volga’nın Tatar ülkesinde müntesipler bulunmuştur. Horasan,
Kuzey İran ve Anadolu’da Yesevi gruplar teşekkül etmiştir. XV. ve XVI.
Asırlarda Orta Volga’daki Yesevi gruplarını Nakşbendiyye tarikatı kendi içinde
eritmiştir. Hazar denizi ötesindeki Türkmen kabilelerinde bu süreç hemen hemen
tamamlanmıştır. XIX. asrın sonunda Yeseviyye grupları kalabalık halde sadece
Fergana vadisinde mevcuttu…”
Öncelikle kaynaklarda Laçilerin tarihi geçmişi ve inanışları
hakkındaki bilgilere bir göz atalım. Laçiler hakkında en fazla bilgiyi S. M.
Mambetaliyev sunmaktadır. Yayınlanmış biri Rusça, biri Kırgızca kitabında
Laçiler konusuna önemli yer ayırmıştır.
…..
Mambetaliyev’e göre onlar şeriatın yazılı kurallarına
uymayarak onun yerine kendi mistik ritüellerini uygulamışlardır. Onlar gece
zikirlerini müridleriyle beraber
Cami’de değil de mürid evlerinde
yapmaktaydılar. Bu evlere kadınlar
ve erkekler beraberce
gelirdi. Onlar Ahmet
Yesevi’nin “Hikmetlerini”
okurlar, dini ilahiler söylerler,
kendilerinden geçerek çeşitli
hareketler yaparlardı. İşte bütün
bu dini ilahiler, hareketler ve göz yaşlarından sonra
öylesine yorgun ve bitkin
düşerlerdi ki kendilerine gelmek için
sabaha kadar bu
evde kalırlardı. Rakip ve sapkın
olarak gördükleri bu tarikatın yayılma eğilimi göstermesi de din adamları ve
diğer tarikat şeyhlerinin onların hiç
hoşuna gitmiyordu şüphesiz. Müslüman din
adamları ve diğer
tarikatların İşanları bu
yeni tarikat mensuplarına
dinsizlik ve ahlaksızlık suçlamalarında bulundular. Bu şekilde birbirini
tutmayan gerçekdışı çeşitli dedikodular ortaya çıkmıştır. Bütün bu yanlış
dedikodular sonucunda ortaya çıkan baskılarla Laçiler sık sık yaşadıkları
alanlardan göç etmek zorunda kalmışlar içine kapanık Laçi yerleşim alanları
ortaya çıkmıştır. Laçiler hakkında kulaktan kulağa yayılmış olan
dedikodular ve onlara yönelik ahlak dışı suçlamalar[16] nedeniyle onlar ile
onların dışındaki yerli halk arasında hiçbir ilişki kurulmamıştır. Tabii ki bütün
bunlardan sonra insanlar ister
istemez Laçiler ile
ilişki kurmamışlardır. Böylece
içine kapalı bir topluluk olarak yaşamışlardır.
Varolan sınırlı kaynaklara göre Müslüman din adamları
Laçiliği bir tür sapkınlık olarak gördüklerinden açıkça cephe almışlar ve
tarikatın o dönemdeki lideri idam edilerek öldürülmüştür. Bir başka kaynağa
göre ise tarikatın kurucusu Sanivar adlı bir şeyh idi ve Laçiler diğer Müslümanlar tarafından sapkın olarak
görüldüler. Bu tarikatın ihtilalci hareketleri her defasında bastırılıyor ve
liderleri ortadan kaldırılıyordu. Zamanın dini otoriteleri olarak görülebilecek
Mollalar ve İşanlar bu tarikat mensuplarına her türlü baskılarda bulundukları
gibi, yaşadıkları yerlerden de sürülmelerine yol açtılar. Laçilere yönelik bu
baskılara Hokand Hanlığı’nın da göz yumduğu görüldü. Daha sonra Hokand
Hanlığı’nın ardından bölgenin idaresi Fergana Yönetim Birimi olarak Ruslar’ın
hakimiyetine girdi. Rus hakimiyetinin ilk zamanlarında Laçiler gizlenmeyi
bırakıp, tarikatı açıkça icra etmeye başladılar. Ancak bu serbesti dönemi de
pek uzun sürmedi ve Ruslar da Laçilere baskı uygulamaya başladılar. Çünkü
Mambetaliyev’e göre Sovyet ideolojisi ile Ahmet Yesevi’nin Hikmetlerini
bağdaştırmak zordu.
…..
Laçilerde dini önder yani mürşid/pir, “Ata”, “İşan” veya
“İşan-halife” gibi adlarla adlandırılmaktadır. Laçilerdeki bu Ata/İşanlık
kurumu soy yoluyla devam ediyor. Ataları hiyerarşik olarak sarkar/kalpa
izliyor. Bugün bizim gördüğümüz en tanınmış İşan ailesinden gelen dini
önderleri Sur Kışlağı’nda bulunan Hoca Yusuphan Mahsum. Onunla ve diğer
Laçilerle görüşmelerimizden, dini önderlerin nesilden nesile aktarılan bilgiler
doğrultusunda, büyüklerinden görerek, ayinlere katılarak, daha çok uygulamaya
dayalı bir şekilde yetiştiği anlaşılıyor. Zaten yazılı kaynaklar sınırlı,
eskiden kalma el yazması 3-5 eser var. Doğal olarak bugün yaşanan eğitim ve
iletişim olanaklarındaki artış başta olmak üzere sosyo-ekonomik değişiklikler
Laçilerin eski yapılanmalarını geçersiz kılıyor. Laçiler yavaş yavaş Oş, Kademcay, Kızıl Kiya gibi daha büyük kozmopolit
yerleşim alanlarına göçerek eski geleneksel değerlerinden uzaklaşıyorlar.
Ayrıca kendileri ile ilgili olumsuz kanaatlerden dolayı, yaşadıkları yerlerde
kimliklerini gizlemektedirler. Bu durumu alan araştırmalarımız sırasında açıkça
gözlemledik. Hoca Yusuphan Mahsum’un anlattıklarından da eski kitaplardaki
bilgilerin veya “Hikmetler”in yeterli olamadığı, dini konularda yayınlanmış
yeni kitapları okuduğunu gördüm. Bunlar Laçilerin geleneksel köy yaşamları
bakımından önemli değişikliklere işaret etmektedir.
Petraş, Laçilerin içlerine kapanık bir yaşam sürdüğünü,
tarikatın ruhani önderi olarak Ahmet Yesevi’nin kabul edildiğini ve onun
Hikmetleri’nin kutsal olarak görüldüğünü ifade etmektedir. Gerçekten de bu
toplulukta Ahmet Yesevi’nin birincil şahsiyet olduğu görülmektedir. Onlar onu,
“Kul Koja Ahmet” olarak adlandırıyorlar. Laçilerin arasında, Anadolu’daki
aşık/zakir/ozan benzeri kişiler var. Bunlara “hapız” adı veriyorlar. Onların
özelliği “Hikmetler” eşliğinde dutar çalarak zikirde önemli bir rol üstlenmek.
Hapızlar’ın bir önemli özelliği, Ahmet
Yesevi’nin “Hikmetler”ini ezbere bilmeleri. Bugün Laçiler arasında hapız da pek
kalmamış. Geleneksel yapı sürdürülemediğinden gençler arasında hapız da
yetişmiyor doğal olarak.
…..
Onlar arasında yaygın adıyla “Şahmerdan”ın, yani Hz. Ali’nin
de Laçiler arasında büyük önemi vardır. Fergana Vadisinde bulunan ve Şah Merdan
olarak adlandırılan Hz. Ali’nin türbesi bölgedeki en önemli ziyaretgahtır.
Ayrıca geçmişte yaşamış tanınmış Laçi İşanlarının mezarlarını da ziyaret olarak
kabul ediyorlar. İlginç bir yön de Kayındı Kışlağı’ndaki mezarlıkta gördüğümüz,
mezarların sadeliği. Mezarın üzerine taştan veya ağaçtan her hangi bir işaret
konulmamış, toprağın üzeri otlarla kaplı. Nedenini sorduğumuzda bunun alçak
gönüllülük, gösterişten uzak olmak, turap olmak gibi anlamları olduğunu ifade
ettiler.
0 Yorumlar