Bir ân Kerkük’te olduğunuzu düşünün...
Asırlardır yaşadığınız, asırlardır üzerinde yürüdüğünüz, asırlardır hâtıralarınızı biriktirdiğiniz topraklarda Kerküklü bir baba olduğunuzu, Kerküklü bir anne olduğunuzu, Kerküklü bir çocuk olduğunuzu.. Kerküklü bir kimsesiz Türkmen olduğunuzu düşünün...
Asırlardır üzerinde yürüdüğünüz toprağa diz çökertildiğinizi düşünün...
Arkanızda bir İŞİD militanının elindeki makineli tüfeğinin içindeki merminin soğukluğunu biraz sonra kafanızın içinde hissedeceğinizi...
Biraz sonra son nefesinizi alacağınızı, biraz sonra son nefesinizi vereceğinizi, biraz sonra gözünüzün önünüzden geçen bütün silûetlere son bir “elvedâ...” diyeceğinizi...
Biraz sonra diz çöktüğünüz toprağın üstüne serileceğinizi, belki son kez toprağı öpeceğinizi, belki öldükten sonra mezarınızın bile olmayacağını, belki öldükten sonra kesilen başınızın ‘ehl’i sünnetin tekmelerine’ mâruz kalacağını düşünün...
Bir ân Muş’tan Diyarbakır’a seyehat ettiğinizi düşünün...
Bin yıla yakındır Türk olan bu topraklarda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin topraklarında bir vilâyetten diğerine gitmeye çalışırken, aracınızın teröristler tarafından durdurulduğunu, kimlik kontrolü yapıldığını, sakıncalı bulunmanız hâlinde ellerinizin arkadan bağlı olarak bir uzun namlulu tüfeğin önü sıra kendi vatanınızda, kendi dağlarınıza doğru ama rehin olarak yürüdüğünüzü düşünün...
Bir ân biraz sonra kafanıza girecek olan Kalaşnikof mermisinin beyninizi darmadağın edeceğini düşünün...
Nasıl olup da bu toprakların devletin hâkimiyetinden, devletin kontrolünden, devletin elinden çıktığını düşünün şimdi, bu ihâneti kimin neye karşılık yaptığını düşünün...
Bir ân Doğu Türkistan’da olduğunuzu düşünün...
Doğu Türkistanlı bir Uygur babası, Doğu Türkistanlı bir Uygur annesi, Doğu Türkistanlı bir Uygur çocuğu olduğunuzu, Doğu Türkistanlı bir Türk olduğunuzu...
Atadan kalma damınızın altında, atanızın hikâyesini anlattığınızı düşünün yeni nesillere...
Birazdan kapının çalabileceğini, içeriye birkaç Çinli’nin girebileceğini ve o ân o topraklardaki tüm hâtıralarınızı ve hayallerinizi bir kurşunla silip atabileceğini düşünün...
Kafanızı taşla ezecek kadar, derinizi bile yüzebilecek kadar vicdansız olduklarını düşünün bir...
Bir ân Ankara’da olduğunuzu düşünün...
Öğrenci olduğunuzu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bürokrat yetiştiren okulun, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitim gördüğünüzü...
Sabah sınava yetişmek üzere evden çıktığınızı, okulun kapısına geldiğinizde bölücü terör örgütü mensupları ve yandaşları tarafından okula, sınavınızın yapılacağı sınıfa girmenize izin verilmediğini düşünün...
Asırlardır yaşadığınız, asırlardır üzerinde yürüdüğünüz, asırlardır hâtıralarınızı biriktirdiğiniz topraklarda Kerküklü bir baba olduğunuzu, Kerküklü bir anne olduğunuzu, Kerküklü bir çocuk olduğunuzu.. Kerküklü bir kimsesiz Türkmen olduğunuzu düşünün...
Asırlardır üzerinde yürüdüğünüz toprağa diz çökertildiğinizi düşünün...
Arkanızda bir İŞİD militanının elindeki makineli tüfeğinin içindeki merminin soğukluğunu biraz sonra kafanızın içinde hissedeceğinizi...
Biraz sonra son nefesinizi alacağınızı, biraz sonra son nefesinizi vereceğinizi, biraz sonra gözünüzün önünüzden geçen bütün silûetlere son bir “elvedâ...” diyeceğinizi...
Biraz sonra diz çöktüğünüz toprağın üstüne serileceğinizi, belki son kez toprağı öpeceğinizi, belki öldükten sonra mezarınızın bile olmayacağını, belki öldükten sonra kesilen başınızın ‘ehl’i sünnetin tekmelerine’ mâruz kalacağını düşünün...
Bir ân Muş’tan Diyarbakır’a seyehat ettiğinizi düşünün...
Bin yıla yakındır Türk olan bu topraklarda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin topraklarında bir vilâyetten diğerine gitmeye çalışırken, aracınızın teröristler tarafından durdurulduğunu, kimlik kontrolü yapıldığını, sakıncalı bulunmanız hâlinde ellerinizin arkadan bağlı olarak bir uzun namlulu tüfeğin önü sıra kendi vatanınızda, kendi dağlarınıza doğru ama rehin olarak yürüdüğünüzü düşünün...
Bir ân biraz sonra kafanıza girecek olan Kalaşnikof mermisinin beyninizi darmadağın edeceğini düşünün...
Nasıl olup da bu toprakların devletin hâkimiyetinden, devletin kontrolünden, devletin elinden çıktığını düşünün şimdi, bu ihâneti kimin neye karşılık yaptığını düşünün...
Bir ân Doğu Türkistan’da olduğunuzu düşünün...
Doğu Türkistanlı bir Uygur babası, Doğu Türkistanlı bir Uygur annesi, Doğu Türkistanlı bir Uygur çocuğu olduğunuzu, Doğu Türkistanlı bir Türk olduğunuzu...
Atadan kalma damınızın altında, atanızın hikâyesini anlattığınızı düşünün yeni nesillere...
Birazdan kapının çalabileceğini, içeriye birkaç Çinli’nin girebileceğini ve o ân o topraklardaki tüm hâtıralarınızı ve hayallerinizi bir kurşunla silip atabileceğini düşünün...
Kafanızı taşla ezecek kadar, derinizi bile yüzebilecek kadar vicdansız olduklarını düşünün bir...
Bir ân Ankara’da olduğunuzu düşünün...
Öğrenci olduğunuzu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bürokrat yetiştiren okulun, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitim gördüğünüzü...
Sabah sınava yetişmek üzere evden çıktığınızı, okulun kapısına geldiğinizde bölücü terör örgütü mensupları ve yandaşları tarafından okula, sınavınızın yapılacağı sınıfa girmenize izin verilmediğini düşünün...
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin polisinin “Başınızın çâresine bakın..” dediğini düşünün... Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin polisinin, “Sizin güvenliğinizi burada sağlayamıyoruz, sizi başka bir yerde sınava alacağız” dediğini düşünün...
Bir ân Muğla’da olduğunuzu düşünün...
Arkadaşlarınızla tekne gezintisine çıktığınızı, karşıdaki teknede Türk tarihinin en büyük yolsuzluğunun baş aktörü olan, hemen hemen siz yaşlardaki Rıza’nın parmaklıkların arkasında değil de karşı teknede olduğunu görünce dayanamayıp “Hırsız var!..” diye bağırdığınızı düşünün...
Tekneniz kıyıya yanaştığında İranlı Rıza’nın Yeni Türkiye Cumhuriyeti tarafından kendisine tahsis edilen polis korumalarının sizi beklediğini, biraz sonra üzerinize çullanacaklarını, burnunuzu kıracaklarını, sonra da ellerini kollarını sallaya sallaya gidebileceklerini düşünün...
Sizin anlayacağınız; Türklerin işi Allah’a kaldıysa:
“Tanrı Türkü korusun...”