Subscribe Us

header ads

Deniz Kenarı Davası!

Deniz Feneri soruşturması sonuçlandı. Aynı davanın önceki savcılarına cezaevine girmekten meslekten mene kadar cezaların ucu gözükmüşken yerlerine atanan savcıların hazırladıkları 560 sayfalık iddianamede “örgüt” ve “dolandırıcılık” yerine “görevi kötüye kullanma” ve “sahteciliğe iştirak” var. Hukukçular, “Bu suçlardan ceza almak için şikâyetçi birilerinin olması gerekir” diyor. “Kimse şikâyetçi olmadığına göre” Deniz Feneri sanıkları önümüzdeki yaz dönemini cezaevinde değil deniz kenarında geçirecekler demektir.
Bu noktaya gelinmeden önce hatırlayınız neler olmuştu.


Alman mahkemeleri “Bu bir örgütlü suçtur” demiş ve “45 milyon Euro buharlaştı” diyerek örgütün beyni Türkiye’de ikazında bulunmuştu. Yine Deniz Feneri’nin önceki savcıları, “Almanya’ya gidip, Alman mahkemelerinin ellerindeki delilleri görmek istediklerinde” Adalet Bakanlığı “yol ödeneği” vermeyerek bu ziyareti engellemişti. Almanya’dan gelen belgelerin tercümesi aylarca ilgili savcılara intikal ettirilmemişti. Ergenekon ve türevlerindeki davalarda sanıkların dinlenen telefonlarındaki konu ile ilgili olmayan her şey çarşaf çarşaf manşetlere taşınırken, Deniz Feneri Davası için “yayın yasağı” konmuştu. Deniz Feneri Derneği mevcut yönetim tarafından “Faydalı dernekler” statüsüne alınmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bazı imkânları bu derneğe aktarılmıştı. Deniz Feneri Davası’nın görünen yüzü olan Uğur Aslan, ifade için İstanbul’dan Ankara’ya uçakla getirilirken Ergenekon sanıkları gibi kelepçeli olmadığı gibi, hayranlarıyla resim çektirme imkânına bile kavuşmuştu. Gazetelerde okudunuz; son seçimlerde milletvekili seçilen Mehmet Haberal annesinin cenazesine katılmak için Zonguldak’a bir binbaşının komuta ettiği 21 askerin tüfek şakırtıları arasında gidebildi. Böyle bir muamele mafya liderlerine bile reva görülmez.
Bütün bu işler neye güvenerek yapılıyor derseniz, “Halkın hafıza yitirme muamelesine tabi tutulmasının verdiği neticeden emin olunmaya güvenilerek yapılıyor” derim.
Evet, böyle söylüyorum çünkü halktaki hafıza yitikliğini gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. Özel bir televizyon kanalı, geçtiğimiz hafta Akdeniz’de sahil illerden birinde idi ve muhabir önüne gelene, “12 Eylül kaç yılında oldu” diye soruyordu. 1982 diyenler mi dersiniz, 1967 diyenler mi dersiniz, 1973 diyenler mi dersiniz! Hadi yaşı 30’dan aşağılarda bir genel kültürsüzlük, bir lakaytlık var diyelim. İyi de kardeşim bizzat 12 Eylül’ü yaşamış, yaşı 50 ila 60 arasındakiler de bu soruya “1980” cevabı veremedi, buna ne diyeceğiz. Eli yüzü düzgün, giyimli kuşamlı adamlar, yani 12 Eylül’ü dağ başında jandarmadan uzak yaşamış kişiler değil bunlar. Hatırlar gibi yapıyorlar, “Hatırlıyorum amma, hatırlayamıyorum” (!) türünden garip cevaplar verdiler.
Bu millet bir tuhaf olmuş. Bu hal o dönem ve o bölge insanlarına mahsus sanılmasın. AKP Grup toplantılarını televizyonlardan izlemeye çalışıyorum. Koskoca bakanlar, milletvekilleri, Erdoğan aynı konuda “ak” deyince de alkışlıyorlar, “kara” deyince de. Meselâ Erdoğan CHP’yi, “Yahu bu konuda bir fikrin, bir görüşün var mı, sen onu söyle” deyince bir alkıştır gidiyor. Konuşmanın ilerisinde aynı Erdoğan, “Bizim senin aklına ihtiyacımız yok” diyor alkışlardan yine avuçlar patlıyor...
İşte Erdoğan’ın sırtını yere getirmeyen hal, bu hal...
İyi mi kötü mü, artık siz karar verin...
Hasan Demir - Yeniçağ Gazetesi