Ekmeleddin İhsanoğlu, yazdığı ‘’Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna’’ adlı kitabın bir yerinde şöyle yazmış: ‘’Batı kaynaklı insanın bilim ve teknoloji vasıtasıyla tabiata hakim olma fikri, Osmanlı alimlerinin İslâmiyet’e dayalı inançlarından dolayı yabancısı oldukları bir fikirdi.’’ Hastalık ve tanı doğru olmakla birlikte cümlede geçen ‘’İslâmiyet’e dayalı inançlarından dolayı’’ ifadesi üzerine insan şunu da düşünmeden edemiyor; El-Birûni, Yusuf Has Hacib, Mahmud Kaşgari, Turagay Uluğ-bek ve daha yüzlercesi Müslüman Türk çevreleri içerisinden çıkmadılar mı? El-Birûni gibilerin eliyle Avrupa’ya atılan sekiz yüz yıllık farkı Batılılar lehine kapatarak üzerine belki bir asır da fark yememize yol açanlardan birisi olan John Locke demiş ki: ‘’Dinin görevi insan ruhunu günahtan ve kötülüklerden alıkoymak, hükümetin görevi ise bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumaktır. ‘’ Yani biri diğerinden işlev ve yapı olarak çok farklı iki olgunun yerini ve görevlerini en basit yoldan tanımlamak varken, dini ve devleti birbirinin içine geçirerek kördüğüm haline getirmek ve dahası özünden uzaklaştırılmış bu dini, Türk kimliğini ortadan kaldırma aracı gibi kullanmak, bilgisizlikten beslenerek yüzyıllardır süren ihanet zincirinin bir ürünüdür. Çoğunlukla Hanefi mezhebi mensuplarının, ağırlıkla da Müslüman Türklerin itikat imamı olan Matûrîdi’nin şu sözlerini saygıyla anıyorum; “Diyanet siyasetten ayrıdır”, çünkü siyaset/devlet yönetimi insan aklına, Kur’an ise vahye dayanır.
Peki, neden böyle oldu? Düğününden sonra bağlı olduğu yörenin derebeyi dilerse, ilk gece eşiyle birlikte olma hakkını bile bu derebeyine bırakmak zorunda olan perişan ve yoksul Avrupalı nasıl oldu da aradaki 800 yıllık açığı kapatarak, üzerine de fark atabildi. Öncelikle tarihsel gelişmelere, sonra bu gelişmeler ışığında şekillenen yeni konumlarında Türklerin geçtikleri aşamalara bakalım.
Gök-Türk Devleti, altıncı ve yedinci yüzyıllarda, Ön Asya’dan Doğu Avrupa’ya kadar uzanan geniş alanda meydana gelen olayların çoğunda etkin olarak ağırlığını koymuştur. Özellikle Ön Asya’daki Sasani egemenliğine son vermeleri de, Kur’an’da Rum suresinin ilk üç ayetinde anlatılan olayın son perdesidir. Ancak, Göktürk Devletinin Arapları kurtaran bu girişimi, Sasani tehdidinden kurtulan Arapların, ilerleyen yıllarda küçük beyliklere bölünmüş Türk yurtlarını kanlı bir biçimde işgal etmesiyle sonuçlanmıştır. Türk yurtlarına yönelik kanlı Arap işgallerine dair Muhammed bin Selâm al Cumahi, Tabagat üş-Şu’arâ adlı eserinin 135-136. sayfalarında: Şair Ubeydullah bin Kays’ın Arap emiri Mus’ab bin Zübeyr’i överken Siistan’ın merkezi olan Zerencin şatolarını kuşatarak siperlerden sürü sürü Türk kızları indirdiklerini; ‘’Calab al-khayla min Tahamâte hattâ * Anzalû min husûnihinna banâti turki * Varadat hayluhu qusûra zaranc * Ta’tîna ‘aracun ba’da ‘arac, dizeleriyle anlatır. (1) Ubeydullah bin Ziyad komutasında gerçekleştirilen saldırılardan birisinde, Buhara’nın kadın yöneticisi Kabaç Katun, vergi ödemek ve 2000 okçu Türk vermek şartıyla şehrini kurtarabilir. Kuteybe bin Müslim’in mertlik ve bilinen savaş kurallarından yoksun saldırılarını, Nasr bin Seyyâr’ın 738-750 yılları arasındaki baskıcı valilik dönemi izler. (2) Bilinen bütün peygamberlerin ya Araplara ya da kuzenleri olan Yahudilere gönderildiğini biliyoruz. Peygamberlerin ancak şaşırmış ve yoldan çıkmış kavimlere gönderildiğinden hareketle; öyle bir milletin; minneti de ancak böyle olur diyebiliriz.
Pekâlâ, bu olaylar sonrasında ne oldu? Ulu Tanrı’nın son kertede asla yüzüstü bırakmadığı büyük Türk soyu ne yaptı? Büyük bilgelerimizden merhum Togan bu süreci; önce Türk ellerinin istilâsı ve sonrasında da Türklerin Arap istilâcılarla gelen bu dini benimseyerek, o istilâyı geri çevirdikten sonra dünya ölçeğinde egemenlik kurdukları bir devir olarak anlatır ki, genel çizgileri bakımından doğru bir tespittir. Bu tespitin; istilânın geri çevrilerek, istilâcıların anayurtlarını da içine alan kapsamlı bir egemenlik şekline bürünmesine, Celâleddin Rumi’nin Divan-ı Kebir’indeki Türk’ün devlet kurma yeteneğini gösteren şu cümle ışık tutabilir: ‘’An Turk ke ân sâl ba yagmayâş burdand * Înast ke imsâl Arab bar dâr âmad’’. ‘’Öteki Türk’ü o bir sene esir götürmüşlerdi; bak şimdi bu sene bunu yapan Arap darağacında sallanıyor.’’ (3) Esaretten kurtularak, esircinin devletini elinden aldıktan sonra üzerine devlet kuran Türk’ün bu özelliği; hiç şüphesiz Türk soyunun ‘’hakim bir millet olarak yaratıldığına ve kendisine insanüstü özellikler verildiğine inanmış olması; komşularını da buna inandırabilmesi durumudur’’.(4)
İşte Soyumuzun bu karakteristik özellikleri, anne karnına ilk düştüğümüz andan başlayarak şekillenen somut birer gerçekliktir. Din ise çevremizden etkilenerek zamanla geliştirdiğimiz bir taklid-i iman meselesidir. ‘’Her insanın kendisine bir dünya kurma çabası kolektif bir girişim (toplumdaki diğer unsurlarla dayanışma halinde yapılan) olduğu için’’;(5) bireylerin toplumu etkileyen kültürden ve dine ait değerlerden ayrı ayrı ya da bir bütün olarak etkilenmeleri mümkündür. Ancak kanının gereğini yerine getirmeyen, kültürünü özümsemeyen, doğacak olan boşluğu da inanca ait öğelerle kapatmayı dindarlık sayan kişiler ilerleyen zamanda dinin özünden de uzaklaşarak; o dinin ilk defa ortaya çıktığı toplumun din dışı adetlerini bile din diye benimserler, milli tepkileri ortadan kalkar, bugünkü gibi koynu haçlı mürtecilerin emellerine alet olarak, küresel güçlerin oyuncağı haline dönüşürler. Bilimi onların izin verdiği ölçüde kullanabilir, bilimsel gelişmeleri ticari ürünlere dönüştürebilen gelişmiş ülkelerin açık pazarı olur ve bir gün gelir onların dilini konuşmaya, yalnızca onların çıkarlarını savunmaya başlarlar. Zira İbn-i Haldun’un dediği gibi; ‘’Mağlup, ebedî olarak gâlibin şiarına, kıyafetine, mesleğine, sair ahval ve âdetlerine tâbi olmaya düşkündür’’. Geçmişte ve günümüzde, Türk kimliğini bir kere kaybetmiş Türk soyluların İslâm dışında kalan diğer dinlerin ve yabancı kültürlerin de etkilerine açık olduklarının sayısız kanıtları vardır.
Türklerin başlangıçta zorla Müslüman edilmeleri ve devamında askeri, siyasi ve ticari gayelerle Müslümanlığı benimsemeleri Türklerden daha çok İslâm dini için faydalı olmuş ve bu dinin bir Arap kabile dini olarak kalmasının belki de önüne geçmiştir. O zamana göre bir yenilik olan askeri ve realist İslâm, çok eski bir kültürün temsilcisi olan Türkler üzerinden yeni bir ruh ile küresel ölçekte kapsayıcı bir hareket halini almıştır. Bu nasıl olmuştur? En başta, eski zamanlarda ‘’Gök Tanrı merkezli tamamen kendine özgü bir monoteizm’’ (6) olan Türk dininden gelen Türklerin Müslümanlığı, diğer bütün milletlerden, özellikle de Araplardan farklı olmuştur. Bunun böyle olması da, Türk kültürünün temel özelliklerini korumak ve dini büyük ölçüde akıl ilkeleri içinde yorumlamak, nakilci anlayışa karşı bir seçenek oluşturmak için uğraş veren, başta Matüridi olmak üzere, zamanın Türk din bilginlerinin sayelerinde olmuştur. Dinin muhatabı insan olduğuna göre, insanlar bir dini kendi bilinç düzeylerine, öğrenim durumlarına, kültürel anlayışlarına göre kavrayacaklardır. Başka bir ifadeyle kişilerin yaşadıkları coğrafya, ekonomik şartlar, kültür düzeyleri oranında, din değer kazanır. Kur’an’ın bütün Müslümanlar için tek olmasına karşı farklı yorumlarının olması bundandır.(7) Bu farklılık Araplarda vardır, Farslarda da ve diğer Müslüman ülke insanlarında da vardır. Ancak tek göze batan eleştiri alan yalnızca Türklere ait olandır. Bunun nedeni de yukarıda belirtildiği gibi: Türk soyunun ‘’hakim bir millet olarak yaratıldığına ve kendisine insanüstü özellikler verildiğine inanmış olması; komşularını da buna inandırabilmesi durumudur’’ Tümcesindeki anlamın farkında olmak ve bu durumu kıskanmak, Türk varlığını kendileri için tehlike saymaktır. Oysa Türk’ün egemenlik anlayışı, sahibi olduğu bütün coğrafyalarda yaşayan kimlikler için de koruyucu ve kapsayıcı nitelikler içerir. Türk kimliğinin aşındırılarak bir alt kimlik haline dönüştürülmesi ya da İslâm bahane edilerek, ümmetçilik düşüncesiyle perdelenmeye çalışılması, etnik kimlikler ve mezhepler arasında bir yarışma ve çatışma sebebi olmuştur ve olacaktır. Yazının devamında ad ve olayları belirterek anacağımız bazı Türk ve Gayritürk din ve devlet adamlarının Türk’ün gelenek ve yasalarına olan düşmanlıklarına rağmen, Batılı sömürge güçlerine askeri anlamda vurulan bütün darbelerin sahibi Türklerdir. Batılı güçlere verilen en son ve en anlamlı yanıt, Gazi Başbuğ Mustafa Kemâl Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’dir. Zamanında bu girişimleri yapan o din ve devlet adamlarının bugünkü ülkeleri de ihtimaldir ki, Tanrı vergisi bazı doğal zenginliklerine rağmen iç ve dış kargaşalarla boğuşmaktadırlar. Oysa dinde düşünce özgürlüğüne karşı çıkan, özde de Türklük bilincini ortadan kaldırmayı amaçlayan bu kişilerin Türk yurtlarında söz sahibi olmalarından önce, Türklerin yarattığı hoşgörü ortamında düşünce özgürlüklerini ve Tanrı vergisi cüzi iradelerini en olumlu biçimde kullanan Türk bilginleri, özellikle 11. yüzyıla damgalarını vurdular. Onların bilimsel birikimleri daha yüzyıllarca Haçlı Batıya karşı Doğu medeniyetlerini ayakta tuttu.
Yıldırım Bayazıd zamanında Bursa’yı ziyaret eden Seyyid Şerif Curcani’ye göre Anadolu, Maveraünnehir ve Horasan’a oranla çok geri kalmış bir çevre olarak görülmüştür. Bu kişi yazdığı bir şiirde,’’ ilim güneşi Arap ufkunda doğmuş, Acem diyarında kemâlini bulmuş, fakat Rûm diyarında! (Anadolu)kesret-i örf ( gelenek çokluğu) yüzünden ziyadan (ışıktan) mahrum bir cirm-i semâvi olarak kalan güneş yakında tam olarak batar ve cehalet karanlığı bütün dünyayı alır’’ denilmektedir. (8) Aynı şekilde bir Kazak şairi olan Akmola’nın şiirindeki şu dizelerde de;
‘’Biz qalay molla bolıp tabılırmız
Burungu resimlerden qalmaganda’’
‘’ resim, kanun-i örfiler, onun kalabalığı gelişmemize engel oluyor; şeriatı bilen molla da olamıyoruz denilmiştir.’’ (9) Bu ve benzer kişilerin ilimden anladıkları, yalnızca muvakkitlik ya da müneccimlik değilse, ilim yok denilen bu topraklar Fatih Sultan Mehmet gibi çeşitli dilleri konuşabilen, samimi bir Müslüman olmakla beraber şeriat taassubuna asla yol vermeyen, döktürdüğü topların balistiğini hesaplayabilen, çeşitli klâsik eserlerin çevirilerini kendi gözetimi altında yaptıran büyük şahsiyetler yetiştirdi. Fatih’in yaşadığı çağda başka bir Müslüman hükümdarın Ptolemeüs’ün ‘’Coğrafya’’ eserini çevirtmekle uğraşması düşünülemezdi. Ne acıdır ki, Fatih’e kitapdarlık eden Tokatlı Mevlâna Lûtfi adlı bir bilgin, Avrupa ilimlerini küfür olarak gören mutaassıp ulemanın tesiri altındaki oğlu Bayazıd II tarafından, eserlerinde zındıklık işaretleri olduğu fetvasıyla 1491’te idam edilmiştir. (10) İhtimal, idam nedeni ‘’Eflatun felsefesi ve Delos’’ adlı eser üzerine yazdığı ‘’Taz’if al-Mazbah adlı kitaptır. Başka bir dokunaklı ölüm de bir insanın değil ama uygarlığımıza dair bir girişimin ölümüdür. Müslüman Türkler adına bilimde söylenen son büyük sözün sahibi Türkistan Han’ı büyük bilgin Uluğ Beğ’in ölümünden yıllar sonra, öğrencisi Ali Kuşçu’nun takipçilerinden Takiyyüddin eliyle Tophane sırtlarında yükselen gözlemevinin yok edilerek, Osmanlı’daki son bilim ışığının da söndürülmesidir.
‘’Biz qalay molla bolıp tabılırmız
Burungu resimlerden qalmaganda’’
‘’ resim, kanun-i örfiler, onun kalabalığı gelişmemize engel oluyor; şeriatı bilen molla da olamıyoruz denilmiştir.’’ (9) Bu ve benzer kişilerin ilimden anladıkları, yalnızca muvakkitlik ya da müneccimlik değilse, ilim yok denilen bu topraklar Fatih Sultan Mehmet gibi çeşitli dilleri konuşabilen, samimi bir Müslüman olmakla beraber şeriat taassubuna asla yol vermeyen, döktürdüğü topların balistiğini hesaplayabilen, çeşitli klâsik eserlerin çevirilerini kendi gözetimi altında yaptıran büyük şahsiyetler yetiştirdi. Fatih’in yaşadığı çağda başka bir Müslüman hükümdarın Ptolemeüs’ün ‘’Coğrafya’’ eserini çevirtmekle uğraşması düşünülemezdi. Ne acıdır ki, Fatih’e kitapdarlık eden Tokatlı Mevlâna Lûtfi adlı bir bilgin, Avrupa ilimlerini küfür olarak gören mutaassıp ulemanın tesiri altındaki oğlu Bayazıd II tarafından, eserlerinde zındıklık işaretleri olduğu fetvasıyla 1491’te idam edilmiştir. (10) İhtimal, idam nedeni ‘’Eflatun felsefesi ve Delos’’ adlı eser üzerine yazdığı ‘’Taz’if al-Mazbah adlı kitaptır. Başka bir dokunaklı ölüm de bir insanın değil ama uygarlığımıza dair bir girişimin ölümüdür. Müslüman Türkler adına bilimde söylenen son büyük sözün sahibi Türkistan Han’ı büyük bilgin Uluğ Beğ’in ölümünden yıllar sonra, öğrencisi Ali Kuşçu’nun takipçilerinden Takiyyüddin eliyle Tophane sırtlarında yükselen gözlemevinin yok edilerek, Osmanlı’daki son bilim ışığının da söndürülmesidir.
Tycho Brahe, 1576 yılında Hveen adasında Batının gerçek anlamda ilk bilim yuvası olan Uraniborg gözlemevini kurduğunda, aynı tarihte bizdeki benzeri de Tophane sırtlarında yükselmişti. İstanbul’a yanaşan yabancı gemilerden çıkan fareler aracılığıyla bütün şehire yayılan korkunç veba salgınının faturası zaten bilim çevrelerini hiç hoş görmeyen Kadızade ve benzerleri tarafından bu gözlemevine kesildi. Halk arasında Taküyyidin ve adamlarının gözlemevinde meleklerin bacaklarını gözetledikleri, bu veba salgınının da İstanbul halkına verilen ilâhi bir ceza olduğu söylentileri yayıldı. Sonunda Şeyhülsilâm Kadızade Ahmet Şemsettin’in, Padişah III. Murat’a verdiği ‘’İhrac-ı rasad meş’um ve perde-i esrarı felekiyye küstahane ıtlakı Cür’etin vehamet ve akibeti meczumdur.’’(11) fetvasından sonra İstanbul gözlemevi padişah emri ile Kılıç Ali paşa komutasındaki donanma tarafından top ateşine tutularak 1580 yılında yıkıldı. Bu yobazlıklar dizisini İslâm adına yürütenler, bilim aracılığı ile doğaya egemen olma amacı güden Batı medeniyeti karşısında, Osmanlı’nın ağır yenilgisine yol açarak; Müslümanları doğaya sahip ve amir kılan İslâm’a ters düşmüşler, insanı düşünme yeteneğiyle donatarak yaratılmışların en seçkini kıldığını beyan eden Tanrı’ın emirlerine de karşı gelmişlerdir. İlerleyen yıllarda kurulan medrese egemenliği toplumdaki bütün bilimsel çalışmaları baltalarken, Osmanlı orduları, aramızdaki gelişmişlik farkını kapatarak öne geçen yabancılara, eskimiş ve durağan askeri teknikleri yüzünden yenildikçe; bu yenilgilerin gerçek sebepleri araştırılmak yerine, bu yenilgilerin ‘’şeriattan uzaklaşma’’ yüzünden Allah’ın kullarına verdiği bir ceza olarak anılması da başlı başına bir kötülüktür. Bütün bunlar Türk milletinin geleceğine vurulan ölümcül birer darbe ve etkileri günümüze de taşınan birer tükeniştir.
Fizikçi ve düşünür Merhum Durmuş Hocaoğlu diyor ki; ‘’XVI. Yüzyıl, Doğu için artık gurup vakti iken Batı için tulû vakti olmuştu. Doğu iniyor Batı yükseliyordu; vâkıa Osmanlı hâlâ zirvedeydi ve daha da orada kalacaktı; çünkü Alan Palmers’in ifadesiyle, dokuz canlıydı. O ve kökleri çok sağlamdı, ama bir kere çürümenin tohumları içinde aktifleşmeye başlamıştı. Takiyyüdin’in İstanbul Rasathanesi ile Brahe’nin Uraniborg’undan bahsediyorum. Biri Batı’da diğeri Doğu’da, aynı asırda ve aynı zaman dilimi içerisinde inşa edilen iki bilim akademisinden birinin kalıcı olup daha büyüklerine öncülük etmesi ve ötekisinin ise daha yatağında boğulması Doğu ile Batı’nın yollarının ayrıştığının işareti idi.’’(12)
Bîrûni’nin 11. Yüzyılda ‘’Geodesie’’ (mesaha=yeryüzü ölçümü) dalının kurallarını koyuş tarihi Avrupa’dan 800 yıl öncedir. Bîrûni, arkadaşı Ebu Sehl ile birlikte Dünya’nın hareketleri üzerine bir kitapçık ta kaleme almıştı. Yine Bîrûni’nin tabiiyyat sahasındaki incelemelerinde sıcak ve soğuk sular arasındaki ağırlık farkını 0,041677 olarak ölçmesi, Gazneli Mahmud’un koruyuculuğunda Hindistan’ın Nendene şehrindeki gözlemleriyle Dünya’nın çapını belirlemesi, Copernik’ten 300 yıl önce Aristo’nun kuramlarını sarsacak bilimsel yaklaşımlarda bulunması bu çağda bile hayranlığımızı hak eder niteliktedir. Batı’da dört işlem bilmenin bugünkü matematik doktorasına eş tutulduğu, bu eğitimin de ancak Paris gibi belli başlı üniversitelerde verildiği 15. Yüzyıldan geriye doğru 550 ilâ 100 yıl öncesindeki zaman aralığında Türklerden yetişen bilim insanlarından bazılarının adlarını ve uğraş verdikleri dalları göz önüne alırsak, sefalet içerisinde yüzen Batı karşısında uğradığımız çöküşün derinliği daha iyi vurgulanabilir:
Felsefede Abu-Nasr Farabî (öl. 950). Lûgat ve edebiyatta Mahmud Kaşgarî, İsmail- al Farabî (öl. 1002), İbrahim al-Sûli (öl. 857) ve Ebu-Bekir al-Sûli, Feth bin Hakan bin Gartuç (öl. 861). İlâhiyatta Ebu Mansur Muhammed el Matûrîdi es Semerkandî (öl. 944), Ebu Bekr al-Kaffâl al-Şâsi, Mahmud Zemakhşarî (öl. 1143) ve Muhammad Şehristâni (öl. 1153). Tarihte Mahmud bin Arslan al Horezmi, Şemseddin Dhahabi (öl. 1348). Matematikte Biçûr oğulları, İbn Türk al-Khuttali, Muhammed el Bîrûni ve Turagay Uluğ-Bek. Bu kişilerin tümü uğraştıkları bilim dallarında, devirlerinin yıldızlaşan adlarıdır. Bir garip durumda şudur ki, Temür’ün bilgin torunu Uluğ Beğ’in ilmi çalışmalarında faydalandığı arkadaşları arasında yer alan Kadızade’de, O’nun bir tür manevi mirası olan İstanbul Gözlemevi’ni yıktıran Kadızadelerin büyüklerindendir. Uluğ Beğ’in ilmi çevresinde Ali Kuşçu ile birlikte görev yapan bu Kadızade’nin Semerkand’ın kuzeyinde Uluğ Beğ tarafından inşa ettirilen olağanüstü büyüklükteki gözlemevinin teşvikçisi olması da ihtimaller dâhilindedir. Şeriat ve Yasa arasındaki sınırların keskin çizgilerle belirlendiği, düşünce ve vicdan özgürlüğü gerektiren bilimsel çalışmalara din üzerinden müdahale edilmesinin imkân dışı olduğu bu devirlerden bugünlere nasıl geldik? Batı’nın bile yaka silktiği Hıristiyan taassubunun o meşhur engizisyonlarla doruğa taşıdığı ilim sefaletinin kucağından onlar kurtulurken aynı anlayışa yüzyıllar sonra biz nasıl düştük? İşte 1400’ler de ortada Uluğ Beğ’i gözlemevi inşasına teşvik eden Matematik dehası bir Kadızade var. Ancak, 1500’ler de gözlemevi yıktıran Ahmet Şemseddin’de bir başka Kadızade’dir. 1700’ler de son Kadızade olan ve Gazali’nin filozofları kâfirlikle suçlayan saçma sapan eserlerinden aldığı ilhamla; “felsefenin zındıklık, ilhad, küfür, felsefecilerin katlinin vâcip olduğuna’’ dair fetva veren son Kadıdızade Ahmed Emin ve bugün gelinen nokta; İslâmiyet’ten gelen din kültürünün yanlış uygulamalar ve yanlış yorumlar sonucu yozlaşması ve bir gün buna sebep olanları ve belki onlardan doğanları da yok edecek olan büyük bir medeni çöküştür! Yaşadığımız bu çöküş, 1600’lerde Avrupa’da yazılan bir astronomi kitabı kendisine sunulduğunda kapağını açmadan ‘’Frenk fodulluğu işte’’ diye geri çeviren şeyhülislâm gibi kişilerde simgeleşen bir anlayışın devamıdır.
Bîrûni’nin 11. Yüzyılda ‘’Geodesie’’ (mesaha=yeryüzü ölçümü) dalının kurallarını koyuş tarihi Avrupa’dan 800 yıl öncedir. Bîrûni, arkadaşı Ebu Sehl ile birlikte Dünya’nın hareketleri üzerine bir kitapçık ta kaleme almıştı. Yine Bîrûni’nin tabiiyyat sahasındaki incelemelerinde sıcak ve soğuk sular arasındaki ağırlık farkını 0,041677 olarak ölçmesi, Gazneli Mahmud’un koruyuculuğunda Hindistan’ın Nendene şehrindeki gözlemleriyle Dünya’nın çapını belirlemesi, Copernik’ten 300 yıl önce Aristo’nun kuramlarını sarsacak bilimsel yaklaşımlarda bulunması bu çağda bile hayranlığımızı hak eder niteliktedir. Batı’da dört işlem bilmenin bugünkü matematik doktorasına eş tutulduğu, bu eğitimin de ancak Paris gibi belli başlı üniversitelerde verildiği 15. Yüzyıldan geriye doğru 550 ilâ 100 yıl öncesindeki zaman aralığında Türklerden yetişen bilim insanlarından bazılarının adlarını ve uğraş verdikleri dalları göz önüne alırsak, sefalet içerisinde yüzen Batı karşısında uğradığımız çöküşün derinliği daha iyi vurgulanabilir:
Felsefede Abu-Nasr Farabî (öl. 950). Lûgat ve edebiyatta Mahmud Kaşgarî, İsmail- al Farabî (öl. 1002), İbrahim al-Sûli (öl. 857) ve Ebu-Bekir al-Sûli, Feth bin Hakan bin Gartuç (öl. 861). İlâhiyatta Ebu Mansur Muhammed el Matûrîdi es Semerkandî (öl. 944), Ebu Bekr al-Kaffâl al-Şâsi, Mahmud Zemakhşarî (öl. 1143) ve Muhammad Şehristâni (öl. 1153). Tarihte Mahmud bin Arslan al Horezmi, Şemseddin Dhahabi (öl. 1348). Matematikte Biçûr oğulları, İbn Türk al-Khuttali, Muhammed el Bîrûni ve Turagay Uluğ-Bek. Bu kişilerin tümü uğraştıkları bilim dallarında, devirlerinin yıldızlaşan adlarıdır. Bir garip durumda şudur ki, Temür’ün bilgin torunu Uluğ Beğ’in ilmi çalışmalarında faydalandığı arkadaşları arasında yer alan Kadızade’de, O’nun bir tür manevi mirası olan İstanbul Gözlemevi’ni yıktıran Kadızadelerin büyüklerindendir. Uluğ Beğ’in ilmi çevresinde Ali Kuşçu ile birlikte görev yapan bu Kadızade’nin Semerkand’ın kuzeyinde Uluğ Beğ tarafından inşa ettirilen olağanüstü büyüklükteki gözlemevinin teşvikçisi olması da ihtimaller dâhilindedir. Şeriat ve Yasa arasındaki sınırların keskin çizgilerle belirlendiği, düşünce ve vicdan özgürlüğü gerektiren bilimsel çalışmalara din üzerinden müdahale edilmesinin imkân dışı olduğu bu devirlerden bugünlere nasıl geldik? Batı’nın bile yaka silktiği Hıristiyan taassubunun o meşhur engizisyonlarla doruğa taşıdığı ilim sefaletinin kucağından onlar kurtulurken aynı anlayışa yüzyıllar sonra biz nasıl düştük? İşte 1400’ler de ortada Uluğ Beğ’i gözlemevi inşasına teşvik eden Matematik dehası bir Kadızade var. Ancak, 1500’ler de gözlemevi yıktıran Ahmet Şemseddin’de bir başka Kadızade’dir. 1700’ler de son Kadızade olan ve Gazali’nin filozofları kâfirlikle suçlayan saçma sapan eserlerinden aldığı ilhamla; “felsefenin zındıklık, ilhad, küfür, felsefecilerin katlinin vâcip olduğuna’’ dair fetva veren son Kadıdızade Ahmed Emin ve bugün gelinen nokta; İslâmiyet’ten gelen din kültürünün yanlış uygulamalar ve yanlış yorumlar sonucu yozlaşması ve bir gün buna sebep olanları ve belki onlardan doğanları da yok edecek olan büyük bir medeni çöküştür! Yaşadığımız bu çöküş, 1600’lerde Avrupa’da yazılan bir astronomi kitabı kendisine sunulduğunda kapağını açmadan ‘’Frenk fodulluğu işte’’ diye geri çeviren şeyhülislâm gibi kişilerde simgeleşen bir anlayışın devamıdır.
Bir medeniyetin başka bir medeniyete maddenin içerisindeki gücü ortaya çıkararak üstünlük kurmasından geride kalan için daha kötü olan da, geride kalanın bu durumun farkında olmamasıdır. Onuncu yüzyıl coğrafyacılarından Mukaddesi, İslâm sonrası bilimin Türkler elinde geliştiği topraklar olan Maveraünnehir diyarını anlatırken : ‘’Bilginlerin ve saygın kişilerin daha çok bulunduğu bir yerdir…. Burada bilginler krallar düzeyine ulaşmıştır’’ der.(13) Mukaddesi’nin anlattığı gibi krallara eşdeğer görülen saygınlığa erişmiş bu bilim adamlarının yaşadıkları çağdaki anlayış ve çevre koşullarının daha sonraları sistemli bir şekilde ortadan kaldırılması, İslâm adına hareket ettiği kanaatini veren ve Müslümanlara bu dünyanın cahili olmayı öğütleyen şeriat yandaşlarının eseridir. Günümüzde bu çevreler yüzyıllardır sürdürdükleri bu görevlerini, her çeşit ürünlerini Türk milletine pazarlayarak zengin olan ama yine de bu milletin kuyusunu kazmaktan geri durmayan kozmopolit dönmeler ile paylaşmaktadırlar.
Gazi Başbuğumuz Atatürk dinin toplumsal görüngü haline gelmiş bir yapı olduğunu, insanın varoluşundan beri bu yönde bir arayış içinde olduğunu bildiği için: ‘’Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur’’ demiştir. (14) Atatürk, kuşkusuz dinin kişi vicdanına seslenen, doğruluğu ve iyiliği emreden, milli varlığı pekiştiren birleştirici özelliklerini vurgulamak istemiştir. ’’ Ancak tolerans yıkıcı, dinin özüyle ve kamu yararıyla çatışan guruplaşmaların ortaya çıkması halinde din parçalayıcı rol oynar. Kabul etmek lazımdır ki, her toplum sonsuz sayıda gurupları ihtiva eder. Bu gurupların ‘’iyi niyetlisi, art niyetlisi’’ olabilir. Gerçek amaç ve alanı ne olursa olsun bütün guruplar kendilerini sevimli ve haklı göstermek isterler. Sevimli göstermenin yolu da, içinde bulundukları toplumun değer yargılarına, kültürüne hele hele dini duygularına ters düşmeyecek biçimde ideolojilerini gizlemektir. İslâm dünyasında, tarih boyunca ortaya çıkan bütün fırkalar, tarikatlar, siyasi oluşumlar, mahiyetleri ne olursa olsun dini bir renk, dini bir söylem altında ortaya çıkmışlardır. Daha sonra ‘’dünyayı idealleri istikametinde değiştirmeyi denemeye kalkışmışlardır. Bu değişik gurupların (amaçları dini olmayanların bile) dine sarılmalarının sebebi dinin toplumda vazgeçilmez bir unsur olması, bütün insanların ona bağlanma gereği ve ihtiyacı içinde bulunmasıdır.’’(15)
‘’Atalarımız kendi aralarından çıkan Türk din bilgini Matüridi’nin görüşlerini benimsemişlerdir. Dini yaşayışlarını eski Türk gelenekleriyle birleştirmişler, dinin aslında olmayan Arap geleneklerini körü körüne taklit etmemişlerdir. Bugün Müslüman Türk Dünyası, Vehhabilik, İhvan ül-Müslimin, senüsilik, Humeynicilik, teymiyecilik, hizb üt-tahrircilik, Kaplancılık, hizbullahcılık, cemaat-i İslâmi’cilik, aczimendicilik… ve benzerleri gibi dinde aşırılığı ve gayri milliliği temsil eden akımlarla bazı tarikatların baskısı altındadır. Bu akımlara bağlı olanlar aldıkları maddi destekler ve kurdukları holdinglerle bütün Türk Dünyasını başkalaştırmak istemektedirler. Çocuklara ve işyerlerine gayrimilli adlar koymak, insanlarımızı Türkçe ve milli adlardan bu şekilde soğutmak, Arapların İslâm öncesinde de var olan adlarını, kıyafetlerini ve geleneklerini dini gerekçelerle Türk milletine aşılamaya çalışmak bunların girişimlerinden bazılarıdır. Böylesine din ve dindarlık bahanesiyle milli kültürü yok edici akımlara karşı direnebilmek için İslâm dininin gerçek yorumunun medeniyetimizin bilimde zirve yaptığı zamanlara damgalarını vuran Türk din bilginlerinden ve özelliklede Matüridi’den öğrenilmesi yararlı olacaktır.’’(16)
Gazi Başbuğumuz Atatürk dinin toplumsal görüngü haline gelmiş bir yapı olduğunu, insanın varoluşundan beri bu yönde bir arayış içinde olduğunu bildiği için: ‘’Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur’’ demiştir. (14) Atatürk, kuşkusuz dinin kişi vicdanına seslenen, doğruluğu ve iyiliği emreden, milli varlığı pekiştiren birleştirici özelliklerini vurgulamak istemiştir. ’’ Ancak tolerans yıkıcı, dinin özüyle ve kamu yararıyla çatışan guruplaşmaların ortaya çıkması halinde din parçalayıcı rol oynar. Kabul etmek lazımdır ki, her toplum sonsuz sayıda gurupları ihtiva eder. Bu gurupların ‘’iyi niyetlisi, art niyetlisi’’ olabilir. Gerçek amaç ve alanı ne olursa olsun bütün guruplar kendilerini sevimli ve haklı göstermek isterler. Sevimli göstermenin yolu da, içinde bulundukları toplumun değer yargılarına, kültürüne hele hele dini duygularına ters düşmeyecek biçimde ideolojilerini gizlemektir. İslâm dünyasında, tarih boyunca ortaya çıkan bütün fırkalar, tarikatlar, siyasi oluşumlar, mahiyetleri ne olursa olsun dini bir renk, dini bir söylem altında ortaya çıkmışlardır. Daha sonra ‘’dünyayı idealleri istikametinde değiştirmeyi denemeye kalkışmışlardır. Bu değişik gurupların (amaçları dini olmayanların bile) dine sarılmalarının sebebi dinin toplumda vazgeçilmez bir unsur olması, bütün insanların ona bağlanma gereği ve ihtiyacı içinde bulunmasıdır.’’(15)
‘’Atalarımız kendi aralarından çıkan Türk din bilgini Matüridi’nin görüşlerini benimsemişlerdir. Dini yaşayışlarını eski Türk gelenekleriyle birleştirmişler, dinin aslında olmayan Arap geleneklerini körü körüne taklit etmemişlerdir. Bugün Müslüman Türk Dünyası, Vehhabilik, İhvan ül-Müslimin, senüsilik, Humeynicilik, teymiyecilik, hizb üt-tahrircilik, Kaplancılık, hizbullahcılık, cemaat-i İslâmi’cilik, aczimendicilik… ve benzerleri gibi dinde aşırılığı ve gayri milliliği temsil eden akımlarla bazı tarikatların baskısı altındadır. Bu akımlara bağlı olanlar aldıkları maddi destekler ve kurdukları holdinglerle bütün Türk Dünyasını başkalaştırmak istemektedirler. Çocuklara ve işyerlerine gayrimilli adlar koymak, insanlarımızı Türkçe ve milli adlardan bu şekilde soğutmak, Arapların İslâm öncesinde de var olan adlarını, kıyafetlerini ve geleneklerini dini gerekçelerle Türk milletine aşılamaya çalışmak bunların girişimlerinden bazılarıdır. Böylesine din ve dindarlık bahanesiyle milli kültürü yok edici akımlara karşı direnebilmek için İslâm dininin gerçek yorumunun medeniyetimizin bilimde zirve yaptığı zamanlara damgalarını vuran Türk din bilginlerinden ve özelliklede Matüridi’den öğrenilmesi yararlı olacaktır.’’(16)
Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun bir yazısında Türk İslâm’ı tanımına dair yazdığı kullandığı bir cümle vardı. Bu tanıma karşı çıkarken, sanırım ‘’Nasıl ki, gökyüzünde bir güneş ve yeryüzünde de altı milyar güneş tasavvuru varsa…’’ gibi bir ifade içeriyordu. İşte bu yüzden bir Türk İslâm’ı tanımından bahsedemeyiz ama aralarında başta merhum Türkçü yolbaşçılardan Atsız Beğ’de olmak üzere şair Yahya Kemâl Beyatlı, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı gibi farklı çevrelerden değişik kişilerce, değişik zamanlarda bir kavram olarak sunulan Türk Müslümanlığından söz edebiliriz. Aslında Türk Müslümanlığı kavramı yeni bir tanımlama değil, çok eskilerden beri inanç dünyamıza damgasını vuran bir anlayışın tekrar vurgulanmasıdır.
Devletin güçlü, Yasa’ya bağlılığın tam olduğu devirlerde Müslüman Türkler farklı dinden olan soydaşlarına ve Moğollara, inançları kendilerinden farklı olduğu halde tek bir ilâha tapan insanlar olarak baktıklarını belirtmek için olsa gerek, onlardan bir istekleri olduğunda <<bu işi Tanrın için yap>> diye eklemede bulunurlardı.(17) Türklerin eski inançlarında Tanrı’ya olan bağlılık ödül ve ceza kavramlarıyla şekillenmez, doğrudan Tanrı’ya olan sevgi ve saygıdan kaynaklanırdı. Bizans’a karşı savaşan ilk Türk dervişlerinin ordunun önünde ‘’erbapsın koca Tanrı’’ gibi münacatlarda bulunması bu tür bir ruh halinin eseridir. Aslında asli ve kurucu unsuru, özünde tutuculuktan uzak ve aklını kullanmaya yatkın Türk milleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında,’’ Atatürk’ün önünde iki yol vardı: Ya, akılcı bir din olan İslâmiyet’i, kaynağındaki akılcı prensiplere dönüştüren bir reform hareketine girişecek ya da daha kestirme bir yol olduğu için, laikliği benimseyerek, din ve devlet işlerini birbirlerinden ayıracaktı. Nitekim öyle yaptı.’’(18) Kaldı ki, ‘’laiklik’’ olarak tanımlanan din ve devlet işlerinin ayrılığı ilkesi de yabancılardan alınarak uygulanmış tepeden inme bir sistem değil, tersine tarihte var olan bütün Türk devletlerinde ve Osmanlının belli bir dönemine kadar varlığını sürdüren bir yönetim biçimidir.
Hz. Muhammed: “Utlubu’l-ilme velev bi’s-sin (ilim Çin’de de olsa isteyiniz), “Utlubu’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lâhdi” (beşikten mezara kadar ilim isteyiniz) dediği halde, bu hadislerin kapsamlarının daraltılarak, burada anılan ilim kavramı içerisinden dünyaya dair ilimlerin dışlanması(19), hatta bazı kereler birer zındıklık işareti olarak görülmesi, bu duruma karşılık şeriatın dini alanın dışına çıkarak olmuş ve olacak bütün dünyevi olaylara ve sorunlara çok önceden hazırlanmış bir yanıt ve çare olduğu savı geçmiş Türk devletlerinin hiç birisinde kabul görmediği için Müslüman Türk Han’ların yönettiği devletlerin tümünde Yasa, töre ve ülüş sistemi önemli bir kültür unsuru olarak varlığını devam ettirmiştir. Uzak Doğu ve Ön Asya arasındaki ticaretin düzenlenmesi ve faizli sermayenin işletilmesi bu devletlerin asıl kanunları, yani ’’Yasa’’ sayesinde mümkün olmuştur. ‘’Yasa, şeriatın aksine göçebe ve yarı göçebe bir hayatın gelenek ve adetlerini kanunlaştırmakla beraber, hayatın ortaya attığı yeni sorunlar karşısında bireylerin ve devletlerin kararlarına tam bir serbestlik vermiştir’’(20). Müslüman kimliği taşıyan Gayritürkler’in hatırı için Yasa’nın yanı sıra şeriatı yürürlükte bırakmak, sözün gelimi yargucuların yanında kadı atamaları yapmak Türk yurtlarında Arap şeriatını egemen kılma çabalarını yürütenlerin bu tür hoşgörüleri alabildiğine sömürmelerine yol açmış ancak bunların bu çabaları da ilerleyen süreçte Araplardan çok İran kültürünün işine yaramıştır.
Hz. Muhammed: “Utlubu’l-ilme velev bi’s-sin (ilim Çin’de de olsa isteyiniz), “Utlubu’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lâhdi” (beşikten mezara kadar ilim isteyiniz) dediği halde, bu hadislerin kapsamlarının daraltılarak, burada anılan ilim kavramı içerisinden dünyaya dair ilimlerin dışlanması(19), hatta bazı kereler birer zındıklık işareti olarak görülmesi, bu duruma karşılık şeriatın dini alanın dışına çıkarak olmuş ve olacak bütün dünyevi olaylara ve sorunlara çok önceden hazırlanmış bir yanıt ve çare olduğu savı geçmiş Türk devletlerinin hiç birisinde kabul görmediği için Müslüman Türk Han’ların yönettiği devletlerin tümünde Yasa, töre ve ülüş sistemi önemli bir kültür unsuru olarak varlığını devam ettirmiştir. Uzak Doğu ve Ön Asya arasındaki ticaretin düzenlenmesi ve faizli sermayenin işletilmesi bu devletlerin asıl kanunları, yani ’’Yasa’’ sayesinde mümkün olmuştur. ‘’Yasa, şeriatın aksine göçebe ve yarı göçebe bir hayatın gelenek ve adetlerini kanunlaştırmakla beraber, hayatın ortaya attığı yeni sorunlar karşısında bireylerin ve devletlerin kararlarına tam bir serbestlik vermiştir’’(20). Müslüman kimliği taşıyan Gayritürkler’in hatırı için Yasa’nın yanı sıra şeriatı yürürlükte bırakmak, sözün gelimi yargucuların yanında kadı atamaları yapmak Türk yurtlarında Arap şeriatını egemen kılma çabalarını yürütenlerin bu tür hoşgörüleri alabildiğine sömürmelerine yol açmış ancak bunların bu çabaları da ilerleyen süreçte Araplardan çok İran kültürünün işine yaramıştır.
Şeriat taraftarları Yasa’cı bütün Han’ları ortadan kaldırmak istemişler, hatta bunun için kendilerine sunulan serbestlikten yararlanmaktan çekinmemişler. Büyük bilgin ve bilinçli bir Müslüman olan Uluğ Beğ’i dahi kendi öz evlâdı Abdüllâtif Mirza’yı elde ederek öldürtmüşlerdir. Günümüzde olan biten benzer her şey tarihte yaşanmış olayların bugünkü çağdaş sürümleridir. O zamanlarda da hoşlarına gitmeyen idarecileri yok etmek için kendi yandaş guruplarını oluşturmuşlar ve Yasa’yı yürürlükten kaldırmak için bütün ulemayı ve iğfal ettikleri dindar Müslümanları seferber etmekten çekinmemişlerdir. ‘’O (şeriat) kendisine karşı olan türeçi (töreci) Uluğ Beğ’in Yasa vergileri ve faizli kredi gibi hususlardaki ısrarını, Bahaaddin Ömer gibi büyük bir şeyhe atından inerek tazim (saygı) göstermediğini, bilâkis istihzalı (alaylı) sözlerle karşıladığını, onun (Bahaaddin Ömer’in) kaçakçılık yapan müridlerini şeyhin gözü önünde yağma ettirdiğini hiçbir zaman unutamamış; nihayet oğlu Abdüllâtif Mirza’yı elde ederek onun eliyle alim(!) ve şeriatçılarca sevimsiz olan padişahı (Uluğ Beğ’i) öldürtmüş, onun rasathanesinin çırağlarını söndürtmüş, Semerkand’da açtığı büyük medresesinden riyaziyat (matematik) ve felsefe ilimlerini de az sonra atmaya muvaffak olmuştur. Şeriatçılar her yerde muhakkak iktidar istemiş, sonunda bu yüzden devletin iflâs edeceğini bilseler dahi, bunda ısrar etmişlerdir. Türe ve Yasa’nın tesirini azalttıktan sonra onun koruyucuları olan Türklerin yerine ulemayı, İranlıları getirmiş; kendileri türe’ye uymuş görünerek, İranlıları <<divanbeği>>, <<içki (padişahın sır danışmanı)>> ve <<yargu emiri>> olarak atayabilmişlerdir. Bunları hükümdarın ihtiyarlığından yahut diğer fırsatlardan istifade ederek yaptıktan sonra, padişahın ordu kumandanını da ele almış, O’nu ordu teçhizatı yerine şeyhlerin dualarını elde etmenin kâfi olduğuna ikna etmiş ve böylece Temürlüler memleketini, medeniyet ve servet itibariyle kemaline erdiği bir devirde türecilerle birlikte batırmışlardır.’’(21)
‘’İlk Osmanlılar devrinde mezheplere karşı tam bir hoşgörü ve Alevi dünya görüşüne yakınlık varken Fatih devrinde durum değişmiş, devlet Suriye ve Mısır’ın mutaassıp Sünniliği yoluna girmişti. Sünni ve Şii (yahut Alevi) farkına bakmadan bir evlâd-ı nebi ve Ali sevgisi fikrini temsil eden ilk Osmanlı devrindeki Türk dervişleri, Barak Baba, Geyikli Baba, Abdal Musa ve Kaygusuz Abdal gibilerin devri artık tarihe karışmıştı. Kendisi de Türk dervişlerinden gelen Aşıkpaşa’nın oğlu Aşıkpaşazade dahi artık bunları tanımıyor, onların zikirlerini <<şeytani amel>> olarak vasıflandırıyordu. Bu müfrit (aşırı) sünni’lik Azerbaycan Türklüğünü müfrit Şii’lerin kucağına atacak, iki buçuk asır sonra mezhepleri birleştirmek hususunda Nadirşah Afşar tarafından yapılacak çok müsait ve her iki taraf için kabule şayan (değer) tekliflerin reddine yol açacaktı. Buna rağmen Osmanlı Türk’ünde şeriatın bir kadiri mutlak haline gelmesine, Farsçanın yahut Arapçanın resmi dil olmasına Fatih yol vermedi. Fatih dünyevi ilimleri himaye etti, Uluğ Beğ’i şeriatçıların teşviki ile öldüren oğlu Abdüllâtif Mirza’dan kaçan Ali Kuşçu ve yanındakileri İstanbul’da hoş karşıladı, O’nu Ayasofya’ya müderris tayin etti. İslâm ve Yunan felsefelerine ait münakaşaları, İslâm gelenekleri çerçevesi içinde kalmakla beraber, yenileştirerek eserler meydana getirtti; Türk dilinde ilmi eserler meydana gelmesi onun devrinde başladı. İşte zamanının ve muhitinin oğlu kalmasıyla beraber Fatih’in büyüklüğü bu hallerinin eseridir.’’ (22) Görülen odur ki, belli bir döneme kadar sürdürülen kalkınma ve medeniyet mücadelelerinin yerini özellikle 15. Yüzyılın sonundan başlayarak etkisini iyice arttıran şeriat ve İranlılığın devleti istilâ girişimlerine karşı orta yolu bulma çabaları almış ama bu gereksiz hoşgörünün iyi niyetle verilen elle tutulur bir karşılığı olmamıştır. İnatla sürdürülen ve aslı Musevilikten, Hıristiyanlıktan Zerdüştlüğe, Sümerlerden, Hint söylencelerinden eski Yunan’a kadar uzanan çeşitli mitolojik girdilerle beslenen bu din dışı taassup anlayışının önemli yan etkilerinden birisi milli kimlik kaybı, diğeri de kopyala-yapıştır mantığından uzak, bize has bir sanayi devriminin daha erken yapılamamasıdır.
Esas olarak Müslümanlara ‘’dünya işinde cahil ol’’ öğüdü verenlerin, dünyayı doğumdan ölüme kadar geçen sürede katlanılması gereken lüzumsuz bir yer olarak gösterenlerin kullandıkları kaynaklar İslâm dininin temeli olan Kur’an ile de çelişir. Kötülüğü insanların dünya ile kurdukları ilişkilerin içeriğinde değil de, dünyayı oluşturan maddelerde arayan, dünyayı sırt çevrilmesi gereken bir ‘’günah tarlası’’ olarak algılatmaya çalışan bu düşünce şekli ile Hıristiyanlığın ‘’ilk günah’’ kavramı arasında fark yoktur ve İslâm kurallarına göre açıkça Allah’a karşı işlenmiş bir suçtur. Batılardan Francis Bacon diyor ki: ‘’tahakküm ve denetim bilimsel araştırmanın temel itkisidir.’’ Neye ve kime karşı tahakküm ve denetim? Yazıyı baştan sona okuma sabrı gösterdiyseniz, yanıtını sanırım biliyorsunuz. Türkler asıl kültür daireleri içinde kaldıkları süre içinde inanca yönelik davranışlarında insan onurunu dinsel gerekçelerle ayaklar altına almadıkları gibi, aklı da tanrılaştırmamışlardır. Ahlâklı olmanın şartı dinsel dürtülere değil kuşaktan kuşağa aktarılan töre kaynaklı bilgilere dayanır. Bu yüzden Avrupa’da kiliseye karşı verilen aklın egemenliği kavgalarından asırlar önce Türkler de deneye dayalı bilim anlayışı ve evrene akılcı bakış, Türk din adamlarının çoğunluğu tarafından desteklenirdi. 994 yılında ölen Türklerin inanç önderi İmam Matüridi’nin, Kitab üt-Tevhid çevirilerinden birinde akıl yürütmeye ilişkin bölümlerden bazılarında şöyle deniliyor:
‘’Daha başka ayetler ki, istidlâle (akıl yürütmeye) teşvik etmiş, duyulur âlem aracılığı ile duyulmayanı anlamayı gerekli kılmış, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi emretmiş ve bu yöntemin kişilere gerçeği vâkıf kıldığını, onlara isabetli yolu gösterdiğini haber vermiştir… İnsan fizyolojik bir yapıya ve bir de akla sahip kılınarak yaratılmıştır.’’ (23-a)
‘’İnsan şunu bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden bir şeytani kuruntudan başka bir şey değildir. Çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına sebep olan bir ilâhi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır…. Halbuki yararlar ve zararların belirlenmesine vasıta olan akıl ve akıl yürütmenin de ihmal edilmemesi daha büyük bir önemle gereklidir.’’ (23-b)
‘’Daha başka ayetler ki, istidlâle (akıl yürütmeye) teşvik etmiş, duyulur âlem aracılığı ile duyulmayanı anlamayı gerekli kılmış, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi emretmiş ve bu yöntemin kişilere gerçeği vâkıf kıldığını, onlara isabetli yolu gösterdiğini haber vermiştir… İnsan fizyolojik bir yapıya ve bir de akla sahip kılınarak yaratılmıştır.’’ (23-a)
‘’İnsan şunu bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden bir şeytani kuruntudan başka bir şey değildir. Çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına sebep olan bir ilâhi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır…. Halbuki yararlar ve zararların belirlenmesine vasıta olan akıl ve akıl yürütmenin de ihmal edilmemesi daha büyük bir önemle gereklidir.’’ (23-b)
Merhum Durmuş Hocaoğlu, ‘’Cehâletin Faturası: İslâm Medeniyeti’nin Çöküşü ve Lümpen Batılılaşma’’ adlı makalesine Kant’ın ‘’Aydınlanma nedir?’’ başlıklı makalesinin ilk paragrafı ile başlamış, Kant diyor ki: ‘’ “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama (kemâlat noksanlığı -D.H.-) durumundan kurtulmasıdır. “Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!”(23-c) Kant bu satırları 1784 yılında yazmış. Akıl yürütme konusunda Matüridi’nin Kant’tan yaklaşık 850 yıl önce söylediklerini Kitab üt-Tevhid’in de yazdığı şu satırlardan okuyoruz; ……. Ayrıca Allah emrettiği her şey için akıl denilen kılavuzu insanlara hediye etmiştir. Bu nedenle kulun kusuru, aklını kullanamaması, aklını terk etmesidir. (23-d)
Matüridi, çeşitli kültürlerin ve dinlerin çarpıştığı bir çağda yaşadı. Ebu Hanife’nin takipçisi olan Matüridi, sonradan Müslüman olanların karşılaşacağı sorunları aklı kullanarak kıyas ve içtihatlarla halletmenin yolunu açmıştır. Arap kültürünü esas alan nakilcilere karşı, kendi kültürleri ve kültür değerlerine sadık kalarak yaşamak isteyen Arap kökenli olmayan Müslümanlara kendilerini kaybetmemenin yollarını gösterdi. Bu anlamda mensubu olduğu Türk kültürünün yok olmaması için de yöntemler oluşturdu. Ebu Hanife ve Matüridi’nin akılcı yöntemi sayesinde Türk milleti Arap kültürü içinde eriyip Araplaşmadı. (24) Selçukluların Fars asıllı veziri Nizam ül-Mülk’ün, Eş’ariliğin ilkel dönemlerindeki fikirlerini savunan Gazali’yi 1091 yılında Bağdat’taki Nizamiye medresesine ardından da Nişabur’daki Nizamiye medresesine hoca olarak ataması dinde düşünce özgürlüğünün ve akılcılığın sonunu hazırlayan olaylar dizisinde bir dönüm noktasıdır. Başlangıçtan beri Yasa’ya karşı Arap şeriatını, Türk diline karşı Arapça ve Farsçayı üstün kılma çabalarının asıl amacı işte bu tür durumlarda ortaya çıkmaktadır. Gazali ile Müslüman Türk dünyasında artan Eş’arilik, beraberinde pasif kabullenme anlayışını, taklitçiliği, akılcılıktan uzak fatalist dünya görüşünü de getirerek İslâm toplumunu aydınlanmadan ve çağdaşlıktan uzak tutmuştur.
Yukarıda İmam Matüridi’nin akıl yürütmeyle ilgili bazı cümlelerini paylaşmıştık; Fikren ilerlemeyi, akılcı düşünceyi ve felsefi düşünceyi engelleyen Gazali ise şöyle diyor:
‘’Şer’i bir delil olmadıkça akıl müspet, yani şer’i bir hüküm veremez. Ancak şer’i bir hüküm olmadığı zaman, şer’i bir hüküm yoktur diyebiliriz. İşte Gazali’ye göre dinde aklın işi bu kadardır.’’
‘’Gazali’den 900 sene sonra İslâm bilimleri, felsefesi, düşünce sistemi ve ahlâkı bu kadar gerilemiş ve çok kötü bir duruma gelmişse bunun baş nedeni Gazali’nin iki kitabıdır. Tehafüt ül Felâsife ki, bunun en kötü ve en olumsuz etkisi, kitabın içeriğinden çok, ona yazdığı başlangıç ve dört giriştir. Çünkü bunlarda felsefeyi ve filozofları halkın anlayacağı basit, duygusal, inançsal, kolay anlaşılır bir dille dinsiz saymıştır…. Gazali’nin İslâm bilimlerini, ahlâkını ve medeniyetini donuklaştıran sonra çökerten ikinci kitabı İhya-u Ulûm ud-Din’dir. Bu tam tasavvufun ilim ve ahlâk karşıtı bir eserdir. İlim ve ahlâk bakımından da bu eser Müslümanların önce beyinlerine ve sonra bedenlerine hakim olmuş ve olmaktadır…. Gazali İslâm dünyasına Kur’an’ın ilim, düşünce ve aktif ahlâk felsefesine olumlu bir akım ve zihniyet meydana getirmemiştir. Hâlâ da onu örnek almak isteyenlerin bulunması, İslâm dünyasını çaresiz bıraktığının farkında olmamaları şaşılacak bir durumdur.’’(25)
Gazali, özellikle Farabi ve İbn-i Sina’yı hedef alarak tüm filozofları tekfir ederken (dinsiz saymak) kullandığı yöntem yine felsefedir. Kelâm ile felsefe ilişkilerini geliştiren ilk İslâm peripatikleri olan filozofları mahkum eden eserlerinde gerçekte filozoflaşan Gazali’nin kendisidir. Bütün eserleri dilimize çevrilmiş ve din adamlarımızın çoğunu etkisi altına almış, Selçuklu, Osmanlı hatta Türkiye Cumhuriyet’inde eserleri devlet desteği ile okutulan Gazali; Müslümanları taklitçiliğe, nakilciliğe yöneltmiş, aklı şeriata mahkum etmiştir. Prof. Dr. Sönmez Kutlu’ya göre ‘’Osmanlı döneminde Gazali’nin sufilikle ilgili eserleri, cumhuriyet döneminde de Eş’ari mezhebinden Said Nursi’nin kitapları, Türkler arasında Hanefi-Matüridi kimliğinin zayıflamasında etkili olmuştur. (26)
Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu Matüridi’nin göz ardı edilmesinin bir kayıp olduğuna şu cümlelerle işaret ediyor:
‘’….Matüridi kelâm, felsefi bir temel olma görevini yapabilecekken ona yer verilmemesi, Osmanlı Devleti’nin fikri ve dini yapısı için büyük bir kayıp olmuştur. Bu kaybın menfi etkileri günümüzde dahi müşahede edilmektedir.’’(27)
Avrupa, Bayie, Locke, Sprat, Bacon, Descartes gibi fikir adamlarının sayesinde gelişmişliğe adım attı. Onların verdikleri mücadeleler sonunda deneye dayalı bilim özgür kalabildi. Hal böyleyken kendi felsefecilerini tekfir eden bir anlayışa teslim olan devletin çağı yakalaması söz konusu olamazdı. Olmadı. Bu yazı nedeniyle okuduğum eserlerden biri de Dr. Şerafettin Mağmumi’nin yazdığı, ‘’Bir Osmanlı Doktoru’nun Anıları’’ adıyla Cahit Kayra tarafından çevrilerek bizlere kazandırılmış bir kitap oldu. Bu kitap 19. Yüzyıl başlarındaki Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türklerin, genelde de Anadolu Türklüğünün içler acısı halini ve yoksulluğunu gözler önüne seriyor. Dr. Şerafettin ve arkadaşları Anadolu’yu kasıp kavuran salgın hastalıkların yanı sıra din kaynaklı cehalet ürünleriyle de sıkça mücadele etmektedirler. Dr. Şerafettin Kilis’teki şiddetli kolera salgını yüzünden incir ve kavun gibi rastgele yenince hazımsızlık veya ishal yapabilecek çiğ tüketilen bazı meyve ve sebzeleri yasaklatır. Bunu duyan İhtiyar Kilis Müftüsü bu yasağı işitince öfke içinde medresenin kapısına oturup etrafına yüzlerce kişiyi toplamış olduğu halde bir tabak incir getirterek, ‘’bu ne demek? Ulu Vettin vez zetûn suresiyle Kur’an’ı Kerim’de övgüsü yapılan mübarek meyve zararlı olur muymuş?’’ diye bütün tabağı yer bitirir. Olay halka yayılınca ahali doktorların aleyhine döner. O gün sokaktan geçen herkes onlara fena fena bakmaya başlar, bir saldırıya uğramaları an meselesidir. O gece bu müftü aniden hastalanır. Dr. Şerafettin ve arkadaşlarını Müftü’nün tedavisi için gece alarak götürürler. Fakat onlar daha başka sorunlara yol açmamak için Müftü’nün tedavisini yerel hekimlere bırakarak çekilirler. Sabah Müftü’nün ölüm haberi gelir ve neyse ki bu tıbbi keramet Dr. Şerafettin ve arkadaşlarını halkın gözünde aklar.
‘’Şer’i bir delil olmadıkça akıl müspet, yani şer’i bir hüküm veremez. Ancak şer’i bir hüküm olmadığı zaman, şer’i bir hüküm yoktur diyebiliriz. İşte Gazali’ye göre dinde aklın işi bu kadardır.’’
‘’Gazali’den 900 sene sonra İslâm bilimleri, felsefesi, düşünce sistemi ve ahlâkı bu kadar gerilemiş ve çok kötü bir duruma gelmişse bunun baş nedeni Gazali’nin iki kitabıdır. Tehafüt ül Felâsife ki, bunun en kötü ve en olumsuz etkisi, kitabın içeriğinden çok, ona yazdığı başlangıç ve dört giriştir. Çünkü bunlarda felsefeyi ve filozofları halkın anlayacağı basit, duygusal, inançsal, kolay anlaşılır bir dille dinsiz saymıştır…. Gazali’nin İslâm bilimlerini, ahlâkını ve medeniyetini donuklaştıran sonra çökerten ikinci kitabı İhya-u Ulûm ud-Din’dir. Bu tam tasavvufun ilim ve ahlâk karşıtı bir eserdir. İlim ve ahlâk bakımından da bu eser Müslümanların önce beyinlerine ve sonra bedenlerine hakim olmuş ve olmaktadır…. Gazali İslâm dünyasına Kur’an’ın ilim, düşünce ve aktif ahlâk felsefesine olumlu bir akım ve zihniyet meydana getirmemiştir. Hâlâ da onu örnek almak isteyenlerin bulunması, İslâm dünyasını çaresiz bıraktığının farkında olmamaları şaşılacak bir durumdur.’’(25)
Gazali, özellikle Farabi ve İbn-i Sina’yı hedef alarak tüm filozofları tekfir ederken (dinsiz saymak) kullandığı yöntem yine felsefedir. Kelâm ile felsefe ilişkilerini geliştiren ilk İslâm peripatikleri olan filozofları mahkum eden eserlerinde gerçekte filozoflaşan Gazali’nin kendisidir. Bütün eserleri dilimize çevrilmiş ve din adamlarımızın çoğunu etkisi altına almış, Selçuklu, Osmanlı hatta Türkiye Cumhuriyet’inde eserleri devlet desteği ile okutulan Gazali; Müslümanları taklitçiliğe, nakilciliğe yöneltmiş, aklı şeriata mahkum etmiştir. Prof. Dr. Sönmez Kutlu’ya göre ‘’Osmanlı döneminde Gazali’nin sufilikle ilgili eserleri, cumhuriyet döneminde de Eş’ari mezhebinden Said Nursi’nin kitapları, Türkler arasında Hanefi-Matüridi kimliğinin zayıflamasında etkili olmuştur. (26)
Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu Matüridi’nin göz ardı edilmesinin bir kayıp olduğuna şu cümlelerle işaret ediyor:
‘’….Matüridi kelâm, felsefi bir temel olma görevini yapabilecekken ona yer verilmemesi, Osmanlı Devleti’nin fikri ve dini yapısı için büyük bir kayıp olmuştur. Bu kaybın menfi etkileri günümüzde dahi müşahede edilmektedir.’’(27)
Avrupa, Bayie, Locke, Sprat, Bacon, Descartes gibi fikir adamlarının sayesinde gelişmişliğe adım attı. Onların verdikleri mücadeleler sonunda deneye dayalı bilim özgür kalabildi. Hal böyleyken kendi felsefecilerini tekfir eden bir anlayışa teslim olan devletin çağı yakalaması söz konusu olamazdı. Olmadı. Bu yazı nedeniyle okuduğum eserlerden biri de Dr. Şerafettin Mağmumi’nin yazdığı, ‘’Bir Osmanlı Doktoru’nun Anıları’’ adıyla Cahit Kayra tarafından çevrilerek bizlere kazandırılmış bir kitap oldu. Bu kitap 19. Yüzyıl başlarındaki Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türklerin, genelde de Anadolu Türklüğünün içler acısı halini ve yoksulluğunu gözler önüne seriyor. Dr. Şerafettin ve arkadaşları Anadolu’yu kasıp kavuran salgın hastalıkların yanı sıra din kaynaklı cehalet ürünleriyle de sıkça mücadele etmektedirler. Dr. Şerafettin Kilis’teki şiddetli kolera salgını yüzünden incir ve kavun gibi rastgele yenince hazımsızlık veya ishal yapabilecek çiğ tüketilen bazı meyve ve sebzeleri yasaklatır. Bunu duyan İhtiyar Kilis Müftüsü bu yasağı işitince öfke içinde medresenin kapısına oturup etrafına yüzlerce kişiyi toplamış olduğu halde bir tabak incir getirterek, ‘’bu ne demek? Ulu Vettin vez zetûn suresiyle Kur’an’ı Kerim’de övgüsü yapılan mübarek meyve zararlı olur muymuş?’’ diye bütün tabağı yer bitirir. Olay halka yayılınca ahali doktorların aleyhine döner. O gün sokaktan geçen herkes onlara fena fena bakmaya başlar, bir saldırıya uğramaları an meselesidir. O gece bu müftü aniden hastalanır. Dr. Şerafettin ve arkadaşlarını Müftü’nün tedavisi için gece alarak götürürler. Fakat onlar daha başka sorunlara yol açmamak için Müftü’nün tedavisini yerel hekimlere bırakarak çekilirler. Sabah Müftü’nün ölüm haberi gelir ve neyse ki bu tıbbi keramet Dr. Şerafettin ve arkadaşlarını halkın gözünde aklar.
Din’ler dokuz canlıdır kolay kolayda yok olmazlar ama şu olabilir; çoğunluğunu cahillerin oluşturduğu bir bölüm insanlar kendilerini bir dinin mensubu sanırlarken, aslında onlar yavaşça değiştirildikten sonra gerçeğinin yerine konulan başka bir dinin bağımlısı haline gelmişlerdir ve bunu bilmezler çünkü adı ve genel çizgilerinin bir bölümü aynıdır. Kanaatimce bugün Müslüman Türklere olan da budur. Dinler, değişik kültürlerin içinden gelen bağlılarının her biri tarafından ayrı ayrı korunabilir. Ancak milli varlığımız olan Türk kimliği çevresinde şekillenen asıl kültürümüzü koruyabilecek olanlarsa yalnızca bizleriz. Bu yüzden milli kimliğimizi oluşturan kültürümüz saldırgan dış etkilere daha açık, özenle korunması gereken daha kırılgan bir yapıdır. Öz değerlerimizin yerine yabancı kültürleri koymak, din kültürü diye o dinin içinden çıktığı toplumun din öncesi adetlerini benimsemek ve bu yolla çağdaşlığa karşı durmak bugünkü arızaların sebeplerinden önemli bir tanesidir. Aslında çağdaşlığa karşı durmak bahanesinin de ardında çarpıtılmış dini anlayışların etkisiyle uyutulmuş Türk milletinin elinden vatan topraklarının bir bölümünü alma çabaları vardır. Siyasi İslâmcılarla etnik bölücülerin saldırı noktaları ve istekleri tam olarak aynıdır. Yani bu kişiler etnik bölücülerin siyasal gündemine de dinimizi alet ederek sahip çıkmaktadırlar. Günümüzde Türk varlığından hoşlanmayan bir başka gurup olan körü körüne Batı yandaşı olanlarla, körü körüne Batı karşıtlığına soyunanların çoğu kez aynı çıkarlar etrafında birleşerek el ele verdiklerini de ibret ve hayretle görmekteyiz. Bu çevrelerin ortak paydası ve nihai amacı Türk’ü aciz kılarak, son perde de Türk milletini vatansız bırakmaktır.
Keşke, Avrupa’da gelişen bilim ve düşünce akımları başta Fatih olmak üzere bazı Osmanlı hükümdarlarının dikkatini çekecek biçimde, başlangıçta olduğundan biraz daha kuvvetli olsaydı, belki bugün bilinen tarih daha farklı yazılabilirdi ki, Fatih Gutenberg’in matbaayı icat ettiği devirde yaşamış ve bazı basılı eserleri görmüştür. ‘’O çağlar da Amerika keşfedilmiş, İtalya’dan Dante, Boccacio ve Da Vinci geçmiş, Copernik, Ptolemeus’un eski kuramlarını yıkmak için uğraşmış ancak, bizde Mirim Çelebi bu Ptolemeus’un kitaplarındaki bilgilere dayanarak eserler vermeye çalışmıştır.’’ (28) Avrupalıların bizden aldıklarını, biz unutmaya yüz tutmuşken, Avrupalılar ve bu arada da Martin Luther gibiler Yasa’nın izlerini taşıyan Türk devlet teşkilâtlarını idealize etmeye başlamışlardı. Yasa ve Türk dili, Türk milletinin kendi yaratıcılık kuvvetine inancın birer göstergesi olmuştur. Yasa ve Türk diline olan bağlılığın sağlam olduğu devirlerde, Türk milleti milli tarihin dünya tarihindeki yerini doğru belirleyebilmiş, milli egemenliği sonsuza kadar var edebilmenin yollarını arayıp bulmuştur. Sonucu yalnızca bizi ilgilendiriyor gibi göründe de, amaçları bakımından küresel sömürgeci güçlerin kıskacında kıvranan tüm geri kalmış milletleri ilgilendiren Kurtuluş Savaşı sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, milli tarihimizin en son tepe noktasıdır. O noktanın özü, gerektiğinde dönüp bakılacak bir esin kaynağı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan değerler bütünüdür.
10 Kasım 2011 – Tonyukuk
Kaynaklar:
1- Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş s. 409, B1, Hş76
2- Ahmet Vehbi Ecer, Büyük Türk Alimi Matüridi, s. 42
3- Zeki Velidi Togan, a.e, s. 474, B4, Hş493
4- Zeki Velidi Togan, a.e, s. 107
5- A. Vehbi Ecer, a.e, s.18 Peter L. Berger; Dinin Sosyal Gerçekliği, s.44
6- A. Vehbi Ecer, a.e, s.21 Harun Güngör, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, s.24
7- A. Vehbi Ecer, a.e, s.24
8- Zeki Velidi Togan, a.e, s.373
9- Zeki Velidi Togan, a.e, s.495, B5, Hş234
10- Zeki Velidi Togan, a.e, s.337
11- A. Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi, s.51
12- Durmuş Hocaoğlu, makale, Scientia Potestas Est
13- A. Vehbi Ecer, a.e, s.44-45
14- T.C, G.K.B, Atatürkçülük, İzmir, 1984, I, s.452
15- A. Vehbi Ecer, a.e, s.19-20
16- A. Vehbi Ecer, a.e, s.28-28
17- Z. Velidi Togan, a.e, s.266, Aksarayi, 44, Minhac Cüzcani Tabakat-i Nesiri, metin, s.353;TM,IV,143,163.
18- İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Evrensel Boyutları, s.106
19- Durmuş Hocaoğlu, makale, Müslümanlıkların İnkırazına Dair
20- Zeki Velidi Togan, a.e,s.387
21- Zeki Velidi Togan, a.e, s.387-388
22- Zeki Velidi Togan, a.e, s.389
23a-A. Vehbi Ecer, a.e, Kitab üt-Tevhid tercümesi 13-14
23b-A. Vehbi Ecer, a.e, Kitab üt-Tevhid tercümesi 172
23c-Durmuş Hocaoğlu, Makale, Cehaletin Faturası; İslâm Medeniyeti’nin Çöküşü ve Lümpen Batılılaşma
23d-A. Vehbi Ecer, a.e, s.113
24-A. Vehbi Ecer, a.e, s.114-115
25-A. Vehbi Ecer, a.e, s.160, Hüseyin Atay, Gazali ve İbn-i Rüşd Felsefesinin Karşılaştırılması, K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı3, 8-61
26-A. Vehbi Ecer, a.e, s.161
27-A. Vehbi Ecer, s.61 M. Yazıcıoğlu, Matüridi Kelâm Ekolünün İki Büyük Siması: Ebu Mansur Matüridi ve Ebu’l Muin Nesefi, ‘’İmam Matüridi ve Matüridilik’’ 155-172
28-Zeki Velidi Togan, a.e. s.377
1- Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş s. 409, B1, Hş76
2- Ahmet Vehbi Ecer, Büyük Türk Alimi Matüridi, s. 42
3- Zeki Velidi Togan, a.e, s. 474, B4, Hş493
4- Zeki Velidi Togan, a.e, s. 107
5- A. Vehbi Ecer, a.e, s.18 Peter L. Berger; Dinin Sosyal Gerçekliği, s.44
6- A. Vehbi Ecer, a.e, s.21 Harun Güngör, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, s.24
7- A. Vehbi Ecer, a.e, s.24
8- Zeki Velidi Togan, a.e, s.373
9- Zeki Velidi Togan, a.e, s.495, B5, Hş234
10- Zeki Velidi Togan, a.e, s.337
11- A. Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi, s.51
12- Durmuş Hocaoğlu, makale, Scientia Potestas Est
13- A. Vehbi Ecer, a.e, s.44-45
14- T.C, G.K.B, Atatürkçülük, İzmir, 1984, I, s.452
15- A. Vehbi Ecer, a.e, s.19-20
16- A. Vehbi Ecer, a.e, s.28-28
17- Z. Velidi Togan, a.e, s.266, Aksarayi, 44, Minhac Cüzcani Tabakat-i Nesiri, metin, s.353;TM,IV,143,163.
18- İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Evrensel Boyutları, s.106
19- Durmuş Hocaoğlu, makale, Müslümanlıkların İnkırazına Dair
20- Zeki Velidi Togan, a.e,s.387
21- Zeki Velidi Togan, a.e, s.387-388
22- Zeki Velidi Togan, a.e, s.389
23a-A. Vehbi Ecer, a.e, Kitab üt-Tevhid tercümesi 13-14
23b-A. Vehbi Ecer, a.e, Kitab üt-Tevhid tercümesi 172
23c-Durmuş Hocaoğlu, Makale, Cehaletin Faturası; İslâm Medeniyeti’nin Çöküşü ve Lümpen Batılılaşma
23d-A. Vehbi Ecer, a.e, s.113
24-A. Vehbi Ecer, a.e, s.114-115
25-A. Vehbi Ecer, a.e, s.160, Hüseyin Atay, Gazali ve İbn-i Rüşd Felsefesinin Karşılaştırılması, K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı3, 8-61
26-A. Vehbi Ecer, a.e, s.161
27-A. Vehbi Ecer, s.61 M. Yazıcıoğlu, Matüridi Kelâm Ekolünün İki Büyük Siması: Ebu Mansur Matüridi ve Ebu’l Muin Nesefi, ‘’İmam Matüridi ve Matüridilik’’ 155-172
28-Zeki Velidi Togan, a.e. s.377
0 Yorumlar