Ermeni tehcirinin sebebi; Ermenilerin erkekleri cephede savaşan Müslüman Türk komşularına karşı gerçekleştirdikleri vahşi saldırılardır. Osmanlı devleti, halkı korumak için bu önleme başvurmuştur1. Dünya Savaşı başlamış Türk milleti saldırgan güçlere karşı bir çok cephede savaşa girişmişti. Kafkasya, Sina ve Filistin, Hicaz-Yemen, Libya ve Galiçya cephelerinde Türk milleti var olmak yok olmak mücadelesi veriyordu. Bu arada Ermenilerin yaşadığı bölgeler dâhil olmak üzere birçok yöre Rus işgali altına düşmüş, cephe gerisindeki Türk nüfus her türden saldırıya açık hale gelmişti. Ermeniler işgalci Rus ordusunun milis güçleri şeklinde örgütlenerek Müslüman yerleşim bölgelerine baskınlar düzenlemeye ve onları toptan bir soykırıma tabi tutmaya başlamışlardı.
Ermenileri kullandılar
Ermeniler açıkça Türk milletini içeriden, Türk Ordusunu da arkadan vurmuşlardır. Türk varlığını Avrupa’dan Bulgar, Rum, Sırp, Romen ve Karadağlıları örgütleyip isyan ettirerek silmeye çalışan Rusya, Anadolu’da da Ermenileri kullanmışlardı. Ermeniler kendilerinin de bağımsız bir devlet kurmak hakkına sahip olduklarını düşünerek sivil Müslüman halka karşı saldırılara ve katliamlara başlayınca o zamanki İttihat ve Terakki yönetimi tamamen savunma amaçlı olarak Türk milletinin Anadolu’daki varlığını korumak ve güvence altına almak amacıyla Ermenilerin Anadolu’dan göç ettirilmesine karar vermişti. “Ermeni Tehciri” de denilen bu olayın sebebi Ermenilerin erkekleri cephelerde savaşan Müslüman Türk komşularına karşı gerçekleştirdikleri vahşi saldırılardır. Devlet saldırıya uğrayan halkını koruyabilmek amacıyla böyle bir önlem almıştır. Bir millet istiklalini ve vatanını tehdit eden her türden saldırganlığa karşı her çeşit önlemi alma ve uygulama hakkına sahiptir. O zamanki yöneticiler eğer bunu yapmamış olsalardı, Türk milletini korumamış ve vatani görevlerini yapmamış olurlardı. Danılevski’nin “Tarihin olumsuz etmenleri” arasında gösterdiği Türklerle ilgili ön yargı ve bakış açılarını bilmek çok önemlidir. Nitekim Joseph Reinach da “toplumda, idarede, devlette, kötü adına ne varsa Türklerden gelir” diyerek bütün kötülüklerin kaynağı olarak Türkleri gösterir. Engels’in de böyle bir gerçeğin (!) ortaya çıkardığı Türk sorununa ilişkin öngördüğü çözüm şöyledir: “Güney Slavlarının, Balkanlar’da uzun zamandır her türlü ilerlemenin muhalifleri olarak sahneye çıkan barbar Türkler ve Arnavutlar“dan başka rakipleri yoktur.
‘Türkler yok edilmeli’
“Gerek tarih, gerekse son zamanlarda olup bitenler, Avrupa’nın Müslüman devletinin yıktıkları üzerinde bağımsız bir Hıristiyan devletinin kurulmasının şart olduğunu gösteriyor.” Türk korkusu taşıyanlardan Pouqueville de, ”Devletlerin belası olan Türklerin bunca zamandır neden yok edilmediklerini“ hep merak ettiğini söyleyecektir. Zamanın ABD yetkilileri ise çok başka nedenlerden Türklere karşı bir duruş ortaya koymuşlardır. ”Birleşik Devletler’in eski Türkiye sefiri Henry Morgenthau,“ Cinayet, Kuran tarafından Muhammed dininin bir parçası olarak kabul edildiği sürece, Müslümanların Hıristiyanları ya da Yahudileri idare etmesine izin verilmemelidir” der. “Hasta Adam”, “devletlerin belalısı”, “her türlü kötülüğün kaynağı”, “tarihin olumsuz etmeni”, “Tanrının Kırbacı” vb. vasıflarla tanımlanan Türklerin “Avrupa’da ne işinin olduğu”na bir türlü akıl erdiremeyen Batılılar çözümü Türklerin Avrupa’dan çıkarılmasında bulmuşlardır.
Stratejik emelleri
“Şark Meselesi” işte budur. Türkleri geldiği yere geri döndürmek! Bu nedenle de Türkleri Ön Asya’ya geldiğine, girdiğine ve yerleştiğine pişman etmek ve onları toptan cezalandırmak Papalığın ve Batı siyasetinin yüzlerce yılı aşan temel stratejik emellerinden birisi olmuştur. 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilince akla gelen ilk şey, İngiliz Karadeniz Orduları Başkomutanı’nın “Türk’e çok sert bir ders vermek gerek” sözüydü. Bu ders İngiliz Yüksek Komiser Vekili’nin önerdiği gibi “hem Türk imparatorluğunu parçalayarak milleti cezalandırma, hem de, yüksek görevlileri ibret için yargılayarak kişileri cezalandırma biçiminde” olacaktır. Bu amaçla 1.Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye her cepheden saldıran zamanın İngiliz yöneticilerinin Türkler hakkındaki yargıları da şöyleydi: Winston Churchill, Türkiye’yi “yenilgi nöbetinde ve yenilgiyi hak etmiş” bir ülke olarak görüyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon için ise Türkiye, “cezasını bekleyen bir suçlu” gibiydi…/…Savaş dönemi İngiliz Başbakanı olan Lloyd Gorge, Türkleri acımasızca, “kötü yönettikleri ülkelerin etine ıstırap gibi sirayet etmiş bir insan kanseri…insanlığa karşı uzun bir alçaklık kaydına sahip bir grup” olarak tanımlamaktadır.
İbretlik mahkemeler!
Batı ülkelerinin o dönemde Osmanlı coğrafyasının paylaşmak ve Türk milletine büyük bir ders vermek üzere ne kadar bilendiğini yukarıdaki ifadelerden anlamak mümkündür. Bu şartlar altında Osmanlı Devleti savaştan yenik çıkıp, Mondros Mütarekesini imzalaması ile birlikte itilaf devletleri Ermeni tehciri konusunu bahane etmesi doğal bir durumdu.
‘Milli mücadele’
Doğal olmayan Osmanlı Hükümetlerinin Batılı Devletlerin hoşgörüsünü kazanıp iktidarda daha uzun süre kalabilmek, Ermeni kamuoyunu memnun etmek ve İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerinden öç almak duygusu içinde hareket etmiş olmalarıdır. Nitekim milli vicdandan yoksun iktidarlar bu dönemlerde Dıvan-ı Harp mahkemeleri kurup savaş döneminde suç işleyenleri bir yana bırakarak vatansever, fedakâr ve yüksek sorumluluk duygusuna sahip idarecileri yargılatmak yoluna gitmişlerdir.
Yargısız infazlar yapıldı
Bu yargılamalar Türkiye’yi işgal eden emperyalist güçlerin baskısı, örgütlü Ermeni odakların müdahalesi ve İttihat ve Terakki Partisi’nin amansız düşmanlarının öç alma hırsı altında gerçekleştirilmiştir. Daha doğrusu yargısız infazlar yapılmıştır. Tarih ders vermek için değil ders almak için okunur. Bugün yaşanan gelişmeler de iyi okunursa dünden pek de farklı olmadığı görülür. Bu nedenle zamanın vatansever ve milletine sadık evlatlarını idam etmek üzere kurulan mahkemelerin marifetlerini yakından irdelemek ve ibret almak gerekir. Bu vahim şartlar altında yapılan sözde yargılama sonucunda idam edilen iki vatan evladı Kaymakam vardır ki; onların hatırası dünya durduğu sürece her Türküm diyenin yüreğini sızlatacak, gözünü yaşartacak ve içini yakacak niteliktedir. Bunlardan birisi Boğazlıyan Kaymakamı Kemal, diğeri de Bayburt Kaymakamı Nusret’tir.
Bu yargılamalar Türkiye’yi işgal eden emperyalist güçlerin baskısı, örgütlü Ermeni odakların müdahalesi ve İttihat ve Terakki Partisi’nin amansız düşmanlarının öç alma hırsı altında gerçekleştirilmiştir. Daha doğrusu yargısız infazlar yapılmıştır. Tarih ders vermek için değil ders almak için okunur. Bugün yaşanan gelişmeler de iyi okunursa dünden pek de farklı olmadığı görülür. Bu nedenle zamanın vatansever ve milletine sadık evlatlarını idam etmek üzere kurulan mahkemelerin marifetlerini yakından irdelemek ve ibret almak gerekir. Bu vahim şartlar altında yapılan sözde yargılama sonucunda idam edilen iki vatan evladı Kaymakam vardır ki; onların hatırası dünya durduğu sürece her Türküm diyenin yüreğini sızlatacak, gözünü yaşartacak ve içini yakacak niteliktedir. Bunlardan birisi Boğazlıyan Kaymakamı Kemal, diğeri de Bayburt Kaymakamı Nusret’tir.
0 Yorumlar