Alevi / Bektaşi yolunun mensupları ezici çoğunluk itibariyle Türk kökenlidir. Dolayısıyla, içinde gayri Türk unsurlar da bulunmakla birlikte Alevilik, Türk kültürünün baskın olduğu bir dinsel / kültürel / toplumsal yapılanmadır. Toplumların inançları, onların binlerce yıllık geçmişlerinden derin izler taşır. Bir toplum, tarihi boyunca pek çok kez din değiştirmiş olsa bile gerçekte inanç bağlamında asli karakterini büyük oranda korur ve sürdürür. Yeni seçilen din, kadim inançlarla ve kadim kültürel kimlikle yoğrularak ulusal bünyeye zerkedilir ve uyarlanır. Bunun böyle olduğu toplumbilimsel bir gerçektir. Hatta din ve inanç değiştirmeler, kimi zaman yüzeysel değişikliklerden öteye gitmez. Toplum, yeni dini seçerken kimi nedenlerle hareket eder. Bunlar daha ziyade siyasal ve ticaridir. Yani hiçbir toplum aslında “ hidayete ermek için” inanç değiştirmez. Ayrıca yüzyıllardır sürdürülen inançlar bir çırpıda, tam bir içtenlikle ve üstelik tüm öğeleriyle birlikte asla terk edilemez. Çünkü bu, sosyolojik gerçeklere taban tabana zıttır. Ve tarih böyle bir şeye hiçbir zaman tanık olmamıştır.
Dünyanın en eski halklarından olan Türkler de pek çok kez din değiştirmişler ve bu değişimlerin tümünde de girdikleri yeni dini kendi kültürel özellikleriyle yoğurmuşlardır; böylece kabul ettikleri her yeni din Türklere özgü bir hal almıştır. Bilindiği gibi Türkler, tarihleri boyunca, ulusal inançları olan Gök Tanrı İnancı’ ( Şamanizm olarak da adlandırılmaktadır.) ndan sonra Budizm, Maniheizm, Hristiyanlık, Musevilik gibi dinleri benimsemişlerdir. Halen bu dinlere mensup küçük Türk toplulukları bulunmaktadır. Tüm bu dinler Türklerde ulusal bir kimliğe bürünmüş ve sonuçta Türk tarzı bir Budizm ( Sözgelimi, Türk tarzı Budizme Burkancılık denmektedir.), Türk tarzı bir Maniheizm vb.meydana gelmiştir. Yine bilindiği gibi günümüzde dünya Türklerinin ezici bir çoğunluğu İslam dinine mensuptur. Türklerin yüzde doksandan fazlası Müslümandır. Türkler İslamlığı seçerken de kimi siyasal ve ticari / ekonomik nedenlerle hareket etmişler, bireysel ve lokal “ihtida / hidayete erme” örnekleri bulunmakla birlikte daha ziyade ve baskın bir biçimde hakanların, beğlerin vb. siyasal ve ticari / ekonomik kaygıları sonucu İslamlaşma başlamış, sürmüş ve tamamlanmıştır. Türklerin İslamlaşma sürecinin yaklaşık dört yüzyılık bir zamana tekabül ettiği gerçeği göz önüne alındığında İslamlaşmanın ihtidadan çok çıkarlara dayandığı savı kesinlikle güç kazanmaktadır. Ayrıca kimi Türk topluluklarının İslamlaşmaya karşı büyük bir direniş gösterdikleri, bu uğurda büyük katliamlara uğramak pahasına da olsa bu direnişi uzun bir zaman sürdürdükleri tarihsel olarak bilinen bir gerçektir. ( 1 ) İslamlaşma sırasında Türklere yönelik büyük katliamlara girişen Arap – İslam komutanı Kuteybe b. Müslim’in Horasan ve Türkistan’da ( Baykent, Buhara, Talkan vd. şehirlerde ) yaptıkları Türklerin İslam’a karşı göstermiş olduğu direnişin en çarpıcı ve ürkütücü kanıtlarındandır.( 2 ) On binlerce Türk’ün İslamlaşmayı reddettiği için katledildiğini bilmekteyiz. Türklerin büyük bir arzu ile, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan Müslümanlaştıkları savı tam anlamıyla bir komediden ibarettir. Bu sav daha ziyade “ Türk – İslam Sentezcisi “ çevrelerce dillendirilmektedir. Ancak son yıllarda kaleme alınan eserler ve yapılan tarihsel / sosyolojik araştırmalar artık bu savı iyice geçersizleştirmiş ve gülünçleştirmiştir. Hemen ifade edelim ki, ihtida dışı İslamlaşma, ilk kuşaklar için geçerlidir. Bir zaman sonra ilk kuşakların torunları olan yeni nesiller İslam’ı gerçekten bir ihtida olayı biçiminde kabullenmişlerdir. Türkler İslamlaşırken eski inançlarını tümüyle bırakmış değillerdir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu, zaten olanak dışıdır. İslamlaşma sonucu Türkler arasında yine İslam orjinli iki temel dinsel yapılanma oluşmuştur. Türk Sünniliği ve Türk Aleviliği. Bu iki temel yapılanmanın dışında aslında kimi bakımlardan Türk Sünniliğine, kimi bakımlardan da Türk Aleviliğine ait özellikler taşıyan Türk Şiiliği de vardır ki, bu yapılanma Azerbaycan Türkmenleri / Türkleri arasında yaygındır. Günümüzde Türk Şiiliği ( ki buna Caferilik de denmektedir.) özellikle Güney Azerbaycan’da Fars Şiiliği ile iyice benzeşir bir durum almıştır. Gerçi Güneyi ve Kuzeyi ile tüm Azerbaycan’da Şiilik dışında Türk Aleviliğine benzeyen Ehli hak inancına mensup topluluklarla, Sünni inanca bağlı Türk kökenli gruplar da bulunmaktadır. Ayrıca günümüzde gerek Kuzey Azerbaycan’da gerekse Güney Azerbaycan’da Şeriatçı Şii İran rejimine karşı gelişen bir tepki sonucu laiklik yanlısı ve Türk ulusçuluğu koşutunda yükselen bir akım vardır. Bu akımın taraftarları arasında Anadolu Aleviliğine yönelik Şah İsmail figürü etrafında bir sempati hareketi de gelişmektedir.
Dünyanın en eski halklarından olan Türkler de pek çok kez din değiştirmişler ve bu değişimlerin tümünde de girdikleri yeni dini kendi kültürel özellikleriyle yoğurmuşlardır; böylece kabul ettikleri her yeni din Türklere özgü bir hal almıştır. Bilindiği gibi Türkler, tarihleri boyunca, ulusal inançları olan Gök Tanrı İnancı’ ( Şamanizm olarak da adlandırılmaktadır.) ndan sonra Budizm, Maniheizm, Hristiyanlık, Musevilik gibi dinleri benimsemişlerdir. Halen bu dinlere mensup küçük Türk toplulukları bulunmaktadır. Tüm bu dinler Türklerde ulusal bir kimliğe bürünmüş ve sonuçta Türk tarzı bir Budizm ( Sözgelimi, Türk tarzı Budizme Burkancılık denmektedir.), Türk tarzı bir Maniheizm vb.meydana gelmiştir. Yine bilindiği gibi günümüzde dünya Türklerinin ezici bir çoğunluğu İslam dinine mensuptur. Türklerin yüzde doksandan fazlası Müslümandır. Türkler İslamlığı seçerken de kimi siyasal ve ticari / ekonomik nedenlerle hareket etmişler, bireysel ve lokal “ihtida / hidayete erme” örnekleri bulunmakla birlikte daha ziyade ve baskın bir biçimde hakanların, beğlerin vb. siyasal ve ticari / ekonomik kaygıları sonucu İslamlaşma başlamış, sürmüş ve tamamlanmıştır. Türklerin İslamlaşma sürecinin yaklaşık dört yüzyılık bir zamana tekabül ettiği gerçeği göz önüne alındığında İslamlaşmanın ihtidadan çok çıkarlara dayandığı savı kesinlikle güç kazanmaktadır. Ayrıca kimi Türk topluluklarının İslamlaşmaya karşı büyük bir direniş gösterdikleri, bu uğurda büyük katliamlara uğramak pahasına da olsa bu direnişi uzun bir zaman sürdürdükleri tarihsel olarak bilinen bir gerçektir. ( 1 ) İslamlaşma sırasında Türklere yönelik büyük katliamlara girişen Arap – İslam komutanı Kuteybe b. Müslim’in Horasan ve Türkistan’da ( Baykent, Buhara, Talkan vd. şehirlerde ) yaptıkları Türklerin İslam’a karşı göstermiş olduğu direnişin en çarpıcı ve ürkütücü kanıtlarındandır.( 2 ) On binlerce Türk’ün İslamlaşmayı reddettiği için katledildiğini bilmekteyiz. Türklerin büyük bir arzu ile, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan Müslümanlaştıkları savı tam anlamıyla bir komediden ibarettir. Bu sav daha ziyade “ Türk – İslam Sentezcisi “ çevrelerce dillendirilmektedir. Ancak son yıllarda kaleme alınan eserler ve yapılan tarihsel / sosyolojik araştırmalar artık bu savı iyice geçersizleştirmiş ve gülünçleştirmiştir. Hemen ifade edelim ki, ihtida dışı İslamlaşma, ilk kuşaklar için geçerlidir. Bir zaman sonra ilk kuşakların torunları olan yeni nesiller İslam’ı gerçekten bir ihtida olayı biçiminde kabullenmişlerdir. Türkler İslamlaşırken eski inançlarını tümüyle bırakmış değillerdir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu, zaten olanak dışıdır. İslamlaşma sonucu Türkler arasında yine İslam orjinli iki temel dinsel yapılanma oluşmuştur. Türk Sünniliği ve Türk Aleviliği. Bu iki temel yapılanmanın dışında aslında kimi bakımlardan Türk Sünniliğine, kimi bakımlardan da Türk Aleviliğine ait özellikler taşıyan Türk Şiiliği de vardır ki, bu yapılanma Azerbaycan Türkmenleri / Türkleri arasında yaygındır. Günümüzde Türk Şiiliği ( ki buna Caferilik de denmektedir.) özellikle Güney Azerbaycan’da Fars Şiiliği ile iyice benzeşir bir durum almıştır. Gerçi Güneyi ve Kuzeyi ile tüm Azerbaycan’da Şiilik dışında Türk Aleviliğine benzeyen Ehli hak inancına mensup topluluklarla, Sünni inanca bağlı Türk kökenli gruplar da bulunmaktadır. Ayrıca günümüzde gerek Kuzey Azerbaycan’da gerekse Güney Azerbaycan’da Şeriatçı Şii İran rejimine karşı gelişen bir tepki sonucu laiklik yanlısı ve Türk ulusçuluğu koşutunda yükselen bir akım vardır. Bu akımın taraftarları arasında Anadolu Aleviliğine yönelik Şah İsmail figürü etrafında bir sempati hareketi de gelişmektedir.
ALEVİLİĞİN ESKİ TÜRK İNANÇLARI İLE İLİŞKİSİ
Aleviliğin eski Türk inançları ile ilişkisine geçmeden önce Aleviliği İslam dışı diğer inançlarla bağlantılandırmaya çalışan savları ele almak istiyorum. Bilindiği gibi yeryüzündeki bütün inançlar az veya çok birbirlerinden etkilenmişlerdir ve bu etkileniş halen sürmektedir. İnançlar her ne kadar dogmatik / nassa dayalı olsa da değişimin ve etkileşimin sirayet etmediği hiçbir alan yoktur. Yani dogmatik dahi olsa inançlar da birbirlerinden etkilenmekte ve bu etkileşim zamanla değişimi de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda Alevilik de yüzde yüz özgün ve statik bir inançsal yapılanma değildir. Elbette ki başka inançların izlerini taşımaktadır ve elbette ki zamanla yeni unsurlarla gelişerek inancın el verdiği ölçüde değişime uğramaktadır.
Aleviliğin Zerdüştilikle İlişkisi Nedir?
Zerdüştlük, eski İran dinidir. Binlerce yıllık bir geçmişi vardır. Özünde ateşin kutsallığı yer almaktadır. Bu din İranlıların eski, tarihsel ve etnik bir inancı olmakla birlikte Zerdüşt adlı bir düşünürün görüşleri doğrultusunda yeniden düzenlenerek bu ismi ( Zerdüştilik ) almıştır. Zerdüştilik; Musevilik, Brahmanizm ve diğer kimi Ortadoğu din ve inançlarının bileşiminden oluşmuştur.
Zerdüşt’ün babasız dünyaya gelmesi ve yaşamı ile ilgili öbür söylenceler dikkate alındığında anlaşılmaktadır ki, bu din daha ziyade Hristiyanlığa benzemektedir. Yedi kademeli eğitim anlayışı da Hint orjinli dinlere ( Brahmanizm ve Budizm ) benzemektedir. Oysa Anadolu Alevi / Bektaşi inancında dört kapı kırk makam biçiminde bir eğitim süreci vardır. Zerdüştilik ile Alevi / Bektaşi inancındaki bu eğitim süreci arasında hiçbir bağ yoktur.
Zerdüştilik dinindeki ateşin kutsallığı olgusu ile Alevi / Bektaşi inancı arasında da bir bağ bulunmamaktadır. Çünkü Alevi / Bektaşi inancında kutsal olan ateş değil, ocaktır. Yani çevresinde toplanılarak insanların kutsal yemek olan “ lokma “ pişirdikleri ve üzerinde bereketin simgesi olan “ kara kazanın “ bulunduğu bir bütünün yalnızca bir parçası olan ateş değildir kutsal olan. O bütünün tümüdür. Yine Cem ayinlerinde uyandırılan çerağı temel alarak bağ kurmaya çalışmak da tümüyle zorlama bir yorumdur. Çünkü çerağ uyandırmada esas olan ateş değil, ışıktır. Işığın aydınlatma özelliğidir. Başka bir deyişle çerağ uyandırma toplumsal aydınlığın ve aydınlanmanın bir simgesidir. Zerdüşt ateşi tapınaklarda sürekli yakılan, hiç söndürülmeyen ve kendisine tapınılan bir ateştir. Oysa Alevi / Bektaşi inancındaki çerağı, ayinin sonunda söndürmek dinsel ritüelin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca Alevi / Bektaşi inancında ışığa ve ateşe tapınılmaz.
Ateşi temel olarak iki inanç arasında bir bağ kurmaya çalışmak olanaksızdır. Ateş, pek çok din ve inançta doğrudan doğruya dinsel ritüellerin bir parçası olarak kullanıldığı gibi kimi din ve inançlarda ise kendisine tapınılan kutsal bir olgu hüviyetindedir. Söz gelimi, eski Yunan mitolojisinde ateş tam anlamıyla kutsaldır ve ateş Tanrısı adı verilen bir tanrı bulunmaktadır. Yine pek çok şaman ayininde ateşi dinsel ritüellerin bir parçası olarak görmekteyiz.
Zerdüştilik’te Tanrı’nın bir insan kimliğinde bulunması ile Alevilerin Hazreti Ali’ye uluhiyet atfetmesi arasında da bir bağ yoktur. Kaldı ki bu yaklaşım, yani insana uluhiyet atfetme hadisesi pek çok dinde vardır. Söz gelimi Hristiyanlıkta hazreti İsa’ ya atfedilen tanrısallık gibi. Ayrıca insanda ilahi bir yön bulunması, birey birey her insanda değil ama soyut insan kavramında Tanrısal bir öz olduğuna inanma olgusu İslam dışı bir inanç değildir. Çünkü Kur’an’da yüce Allah, insanı yarattıktan sonra ona yani insanın içine kendi öz ruhundan üflediğini buyurmaktadır.(3) Hallac – ı Mansur’un, “ enel hak “ deyişindeki sır da buradan kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda bakıldığında Alevi / Bektaşilerin Hazreti Ali efendimize tanrısallık atfetmelerinin kaynağı doğrudan doğruya Kur’an’ın kendisidir ve bu inanç tam anlamıyla İslami bir inançtır.
Güneş, Ay gibi doğadaki kimi varlıkları kutsal kabul etmeyi de Zerdüştiliğe bağlamaya çalışan çabalar bulunmaktadır. Oysa bu gibi varlıklar hemen hemen her dinde kutsaldır. Özellikle de İslam öncesi Türk İnancında doğadaki varlıklara kutsallık atfetmek çok güçlü bir dinsel öğedir. Bugün Anadolu Aleviliğindeki Güneşe, Aya ve diğer tabii varlıklara kutsallık atfetme olgusunun temelinde Zerdüştilik değil, tamamen Gök Tanrı İnancı yatmaktadır. Anadolu Alevileri ve Bektaşileri, Güneşin doğumu sırasında, Ayı gördüklerinde vb. dua etmektedirler. Sözgelimi; Anadolu’nun bazı yörelerinde Ay ilk görüldüğünde eller göğe doğru açılarak şöyle dua edilmektedir:
“ Ay’ı gördüm elhamdülillah,
Ay, Mübarektir, sevdiğim Allah.” ( 4 )
Ay, Mübarektir, sevdiğim Allah.” ( 4 )
Zerdüştilik’teki sütkardeşliği ile Alevilik’teki musahiplik de birbiriyle ilgisizdir. Musahiplik geleneğinin kaynağı Türkmenlerdeki anda olma adeti ile Hazreti Muhammed’in Medine’de ensar ile muhacirini kardeş ilan etmesi ve kendisinin de Hazreti Ali ile Musahip olmasıdır.
Zerdüştiliğin kutsal kitabı olan Avesta’dan kimi lirik parçaların ezgisel olarak çalgılarla okunması geleneği ile Alevi / Bektaşilerin cemlerinde Türk’ün binlerce yıllık kutsal çalgısı olan kopuzun / bağlamanın eşliğinde nefes / deyiş okunmasını da birbiriyle ilintilendirmek de olanaksızdır. Çünkü Alevi / Bektaşilerin ayinlerindeki müzik olgusunun kaynağı da yine eski Türk inançlarıdır. Üstelik hemen hemen her dinde ibadet sırasında az veya çok müziğe yer verme uygulaması bulunmaktadır. Yani bu özellik Zerdüştlüğe özgü bir şey değildir. Yine ayinlerde dem almak da Kırklar Ceminde Hazreti Muhammed’in elinden engür suyu içilmesinin canlandırılmasından başka bir şey değildir. Yine anımsayalım ki, Gök Tanrı İnancında kam ayinlerinde kımız içilmesi geleneği vardır. Geçmişteki kımızın yerini bir anlamda bugün dem / dolu almıştır.
Alevilik’teki “ eline, diline, beline sahip ol” ilkesinin kaynağı olarak da Zerdüştiliği göstermek tamamen maksatlı ve gülünçtür. Eline, diline, beline sahip olma anlayışı bütün dinlerin önemle üzerinde durduğu bir ahlak ilkesidir. Bu sözün ve anlattığı ahlak ilkesinin bir dine özgü olması olanak dışıdır.
Alevilik ile Zerdüştilik arasında bağ kurmaya çalışmanın hatta Aleviliğin, Zerdüştiliğin bir devamı olduğunu ileri sürmenin amacı siyasaldır. Zerdüştiliğin, Kürtlerin sözüm ona milli dini olduğunu iddia eden ayrılıkçı Kürtçüler Alevi / Bektaşileri kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmek için böylesi gerçek dışı bir yola başvurma gereği duymaktadırlar. Ezici çoğunluğu Türk / Türkmen olan Anadolu Alevi / Bektaşileri hiçbir zaman böyle oyunlara gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir.
Aleviliğin Maniheizm ve Budizm ile ilişkisi Nedir?
Daha evvel de söylediğimiz gibi dünyadaki bütün dinlerin ortak noktaları vardır. Bu ortak noktalar onların birbirlerinin devamı veya türevi olduğu anlamına gelmez. Bütün dinler ahlaki bir toplum ve örnek insan amacını gerçekleştirmeye çalışırlar. Fakat bu amaca giden yolda farklı yöntemler ve farklı eğitim süreçleri takip ederler. Şekli ve içeriği farklı olmakla birlikte bütün dinlerde kutsal kabul edilen soyut veya somut nesneler vardır. Bütün dinler doğaüstü / meta fizik bir arka zemine dayanırlar. Bütün dinlerde tapınma veya ibadet adını verdiğimiz ritüeller vardır. Bu ritüellerin biçimsel anlamda farklılıklar içermesi bütün dinlerin aynı öze dayandığı gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Alevilik ile Maniheizm ve Budizm arasında var olduğu savunulan ortak noktalar da bu bağlamda değerlendirilmesi gereken özelliklerdir. Ancak Aleviliğin özgün eğitim süreci ve dayandığı inançsal özellikler dikkate alındığında Maniheizm ve Budizm’den son derece farklı bir kimliğe sahip olduğu görülmektedir. Budizm’deki din adamlarının toplumdan soyutlanma ilkesi, çalışmamaları ve geçimlerini dilenerek veya başkalarının yardımları ile sağlamaları düşünüldüğünde onun Alevilik’ten ne derece uzak olduğu ortadadır. Alevilik’te toplumdan soyutlanma diye bir şey asla olmadığı gibi dinsel önderlerin ( dede / baba ) çalıştığı, iş sahibi olduğu ve toplumla iç içe olduğu gerçeği de herkesçe malumdur. Budizm’in bir kolunda et yenmemesi olayı da dikkati çekmektedir. Oysa Alevi / Bektaşi inancında böylesi bir durum yoktur. Tam tersine kurban kesme ve etlerini pişirip kutsal yemek olarak ( lokma ) tüketme olayı vardır. Alevilik’te çalışmak, üretmek, toplumdan kopmamak, kazandıklarını / ürettiklerini toplumla paylaşmak esasdır. Budizm temel felsefe olarak uysallığı, durgunluğu, abartılı bir sakinliği ve her koşulda savaşa karşı olmayı önerirken Alevilik, mensuplarından mücadeleci, devingen / muharrik / dinamik insanlar olmayı, zulme karşı savaşmayı, adaleti egemen kılmak için gerektiğinde baş kaldırmayı öğütlemektedir.
Budizm’deki “ Sekiz dilimli Yol “ adı verilen eğitim süreci ile Alevi / Bektaşi öğretisindeki dört kapı kırk makam adıyla anılan eğitim süreci arasında da bir benzerlik yoktur.
Maniheizm ise, temel düşünce ve felsefe olarak Alevi / Bektaşi inanç ve yolunu etkileyecek kadar büyük bir inanır kitlesine ve etkinliğine sahip olamamıştır. Ne Budizm ne de Maniheizm, hiçbir biçimde Alevi / Bektaşi inancını etkilemiş değildir. Çünkü böylesi bir güce ve tarihsel role sahip değildirler. Alevi / Bektaşi yolu Türk kültürünün ürettiği özgün bir inanç yoludur. İslam’ın özüdür. Binlerce yıllık Türk inancının yüce İslam dini ile bütünleşerek ve temeline ehlibeyt sevgisini koyup, Tanrı elçisi Hazreti Muhammed’in kutsal iletisinin / mesajının Türk ulusu nezdinde aldığı görkemli bir tinselliktir / maneviyattır.
Aleviliğin Hristiyanlıkla İlişkisi Nedir?
Alevilik ile Hristiyanlık arasında bağ kurmaya çalışan çevrelerin hedefleri Hristiyan misyonerliği çerçevesinde Alevi / Bektaşileri Hristiyanlaştırmaya çalışmaktır. Sözüm ona Alevi / Bektaşiler, Anadolu’da Türkler gelmeden önce bulunan Hristiyan halkın devamı imişler. Yine bunlar, İslam’a direnmişler, bu direnişin sonucunda Hristiyanlık ile İslam’ın karışımından Alevilik / Bektaşilik doğmuş. Alevi / Bektaşilere yapılan bu yoğun propagandanın Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasıyla ivme kazandığı bilinmektedir. Hristiyan misyonerler, 2020 yılına değin Türkiye nüfusunun yüzde onunu Hristiyanlaştırmayı hedeflemektedirler. Hedef kitle olarak da Alevi / Bektaşileri seçmektedirler. Ancak Alevi / Bektaşilerin inançlarına olan o efsanevi bağlılıkları dikkate alındığında bu çabaların hiçbir sonuç doğurmayacağı ortadadır. Alevi / Bektaşiler yüzyıllar boyunca sayısız katliama, sürgüne ve türlü – çeşitli asimilasyon politikalarına karşı yılmadan ve hiçbir zaman boyun eğmeden direnmişler, yollarından dönmemişlerdir. Elbette ki istisnai olmak üzere kimi düşkünler çıkacaktır. Nitekim geçmişte de çıkmıştır. Ancak Alevi / Bektaşiler hiçbir zaman yollarından dönmeyecektir. Alevi / Bektaşilerin yolu “ Allah, Muhammed, Ali yolu” dur. Bu yolu Hristiyanlaştırmaya çalışanların çabası beyhudedir.
Alevi / Bektaşiler bu art niyetli kimselerin ileri sürdüğü gerçek dışı savları çok iyi bilmelidirler. Kötü amaçlar karşısında inancı ve yolu koruyabilmenin tek yolu budur. Bu cümleden olarak Hristiyanlık ile Alevi / Bektaşi yolu arasında bağ kurmaya çalışanların kullandığı unsurlar şunlardır:
1. Hristiyanlıktaki “ Baba, Oğul, Kutsal Ruh “ biçimindeki üçleme ile Alevi / Bektaşi inancındaki “ Allah, Muhammed, Ali “ üçlemesi arasında benzeşim olduğu savı.
2. Hristiyanlıktaki “ On iki Havari “ ile Alevi / Bektaşilerdeki On iki İmam inancının birbirinin benzeri olduğu yönündeki sav.
3. Alevi / Bektaşilerdeki dede / babalık kurumu ile Hristiyanlıktaki ruhbanlık arasında benzeşim olduğu savı.
4. Alevi / Bektaşilikteki “ Baş Okutma “ ile Hristiyanlıktaki “ günah çıkarma “ nın birbirine benzediği savı.
5. Alevi / Bektaşi cem / muhabbet ayinlerinde dem / dolu içilmesi ile Hristiyanlıkta Hazreti İsa’nın kanını simgelemek üzere şarap içilmesi ve şarabın kutsanması.
2. Hristiyanlıktaki “ On iki Havari “ ile Alevi / Bektaşilerdeki On iki İmam inancının birbirinin benzeri olduğu yönündeki sav.
3. Alevi / Bektaşilerdeki dede / babalık kurumu ile Hristiyanlıktaki ruhbanlık arasında benzeşim olduğu savı.
4. Alevi / Bektaşilikteki “ Baş Okutma “ ile Hristiyanlıktaki “ günah çıkarma “ nın birbirine benzediği savı.
5. Alevi / Bektaşi cem / muhabbet ayinlerinde dem / dolu içilmesi ile Hristiyanlıkta Hazreti İsa’nın kanını simgelemek üzere şarap içilmesi ve şarabın kutsanması.
Şimdi bunları sırasıyla ele alalım:
Hristiyanlıktaki üçlemenin üç unsuru da birbiri içine geçmiş bir bütünü temsil eder. Hristiyan öğretisine göre Tanrı üç biçimde tecelli eder. Hazreti İsa Tanrı’nın oğludur. Ama aynı zamanda İsa, Tanrı’nın insan suretinde görünmesidir. Hristiyan öğretisine göre bu üç unsur, birbirinden bağımsız, farklı ve özgün varlıklar değildir. Üçü de birin içinde olan öğelerdir. Alevi / Bektaşi öğretisinde Muhammed, Allah’ın oğlu falan değildir. Muhammed, vahiy kapısını, risalet ve nübüvveti temsil eder. Hazreti Ali ise, velayet kapısını temsil eder. Allah, Muhammed ve Ali, her biri ontolojik olarak, birbirinden ayrı ve bağımsızdır. Bir’in üç ayrı görünümü ve temsili değildir. Görüldüğü gibi bu konuda Hristiyanlık ile Alevi / Bektaşi inancı arasında var olduğu ileri sürülen benzerlik şekilsel benzerlikten öte hiçbir anlama sahip değildir. Bu biçimsel benzerlikten anlamlar çıkarmaya çalışmak kötü niyetli ve kasıtlı çabalardır.
Hristiyanlıktaki, On iki Havari, Hazreti İsa’nın öğrencisidir. Hepsi aynı zamanda yaşamıştır. Hepsinin tek ortak noktası Hazreti İsa’ya olan bağlılıkları ve imanlarıdır. Aralarında soy bağı yoktur. Oysa On iki İmam’ın hepsi birbirinin devamı olan ve aralarında soy ilişkisi bulunan kişilerdir. Çoğu Hazreti Ali ile zamandaş değildir. On iki imamlar birbirinin ardından gelmişlerdir. On iki imamlık, manevi bir velayet kavramının ifadesidir. Kaynağını Kur’an’daki pek çok ayetten ve İslam tarihinde yaşanan olaylardan almaktadır. Görüldüğü gibi bu konuda da iki inanç arasında bir bağ yoktur. Benzerlik tümüyle biçimseldir.
Hristiyanlıktaki Ruhban sınıfı ile Alevi / Bektaşi yolundaki Dede / Babalık kurumu arasında da bağ aranması maksatlı ve saçmadır. Dedeler / Babalar, görevlerini yaptıktan sonra kendi işlerini yaparlar ve yaşamdan / toplumdan kopmazlar ve halkın içinde yaşarlar. Kendi geçimlerini kendileri sağlarlar. Halkın kendilerine getirdiği “ Hakkullah “ adı verilen bedeller ise bir yerde toplanarak beşe bölünür. Bu beş kısımdan birini yoksullar, birini yetimler, birini yolcular, birini de kimsesizler alır. Beşte biri ise ocağa gelen konukların ağırlanması için ve ocağın giderlerinin karşılanması için ayrılır. Bütün Alevi / Bektaşi erenlerinin yaptığı bir iş vardır. Sözgelimi, Hünkar Hacı Bektaş Veli, buğday yetiştiricisidir. Tahıl üretiminin piri kabul edilir. Hasan Dede karpuz yetiştiricisidir. Çoban Baba, ünvanından da anlaşılacağı üzere çobandır. Gül Baba ise en güzel gülleri yetiştirmekle ünlüdür. Bütün Alevi / Bektaşi dede / babaları halkın içindedir. Alevi / Bektaşilikte halktan koparak sürekli tecrit ve sürekli halvet yoktur. Oysa Hristiyanlıktaki ruhani önderler, halktan kopukturlar. Manastırlarına çekilmişlerdir. Sadece dinsel işlerle ve ibadetle meşgul olurlar. Geçimlerini ise halkın bağışlarıyla sağlarlar.
Alevi / Bektaşilikteki “ Baş Okutma “ / Birbirleriyle küsmüş, incinmiş kimselerin barıştırılması töreni ile Hristiyanlıktaki günah çıkarma olayını birbirine benzetmek de tümüyle yanlıştır. Baş okutma bir hizmet yenileme olayıdır. Hizmet yenileme olayı, toplum halinde yaşama bilincini güçlendirmek, toplumsal dayanışmayı artırmak için başvurulan bir yöntemdir. Baş okutma bütün topluluk önünde yapılan bir törendir. Bu törendeki amaç günahların affedilmesi değildir. Baş okutma, kişinin işlerinin düzgün gitmesi için deden talep ettiği manevi desteği ifade eder. Cem ayini sırasında gerekli görüldüğü zaman dede veya bir başkası herkesin önünde yaptıkları nedeniyle kişiyi dara çeker. Divan kurulur ve kişi herkesin önünde yargılanır. Günah çıkarma ise gizli bir olaydır. Günah çıkaranla din adamı arasında bir sırdır. Amaç günahların affedilmesidir. Yani Baş Okutma ile kıyaslandığında yapılışı ve amacı son derce farklıdır.
Cem ayinlerinde dem / dolu içilmesi ile Hristiyanlıkta Hazreti İsa’nın kanını simgelemek üzere ayin sırasında şarap içilmesi arasında benzerlik aramak da saçmadır. Alevi / Bektaşiler cem ayinlerinde içtikleri demi / doluyu Kırklar Ceminde içilen üzüm suyuna bağlamaktadırlar. Alevi / Bektaşi inancına göre, Hazreti Muhammed, Miraç’a çıktığında yolda bir arslanla karşılaşır. Allah’ın emriyle parmağındaki yüzüğü arslanın ağzına verir. Arslan yolundan çekilir.
Hazreti Muhammed, Miraç’tan dönüşünde yine Tanrının buyruğu ile Kırklar Meclisi’ne girer. Onu meclisin önderi olan Hazreti Ali karşılar. Hazreti Ali Miraç’a çıkışı sırasında karşısına çıkan arslana verdiği yüzüğü Hazreti Ali’nin parmağında görür. Böylece o arslanın Hazreti Ali olduğunu anlar. Hazreti Ali’nin Allah’ın arslanı olarak nitelenmesinin kaynağı da bu tinsel / manevi / metafizik olaydır. Hazreti Ali, Allah’ın resulu olan Hazreti Muhammed efendimize Kırklar Meclisi’nde bulunan kırk kişiye paylaştırması için bir üzüm tanesi sunar. Tanrı’nın verdiği esinle / ilhamla / vahiyle Hazreti Muhammed, üzüm tanesini avucunun içinde ezerek suyunu Kırklara verir. Kırklardan birinin dudağı o suya değdiğinde kırkı birden kendinden geçer ve semaha dururlar. İşte Alevi / Bektaşilerin dolu içmesinin kaynağı bu tinsel / metafizik olaydır. (Yeri gelmişken tekrar ifade edelim ki, Kur’an’da alkollü içkinin yasaklanması nedeniyle cemlerde dolu içilmesini İslam dışı sayan kimi bağnaz Sünni çevreler, Alevi / Bektaşi teolojisinden habersiz ve bu teolojiyi kavramaktan uzak oldukları için kendi kalıplarıyla başka bir inancın mensuplarını yargılamaktadırlar. Alevi / Bektaşiler, Sünnilerin tüm inançlarına saygı göstermekte ve onları yargılamamaktadırlar. Çok tabii olarak aynı medeni tavrı Sünnilerden de beklemektedirler. Kur’an’daki içki yasağının nedeni malumdur.
İbadet sırasında alkollü ve sarhoş oldukları için ayetleri yanlış okuyan kişilerin sergiledikleri; ibadetin amacıyla bağdaşmayan bilinçsiz tavırlar bu yasağın nedenidir. Oysa Alevi / Bektaşiler de Kur’an’ın içki yasağını kabul etmektedirler. Fakat dolu içmek başka bir şeydir. Dolu içmek dinsel bir ritüeldir ve simgesel bir anlamı vardır. İbadet sırasında sarhoş olunmadığı müddetçe İslam’a aykırı bir durum yoktur. Alkollü içkinin insan sağlığına zararlı olması dolayısıyla alkole karşı olmak zaten her çağdaş insanın ödevidir. )
Eğer illa dolu içme olayı sözde İslam dışı bir kaynağa bağlanacaksa bu kaynak asla Hristiyanlık olamaz. Olsa olsa eski Türk inancı olan Kamcılık / Şamanizm olabilir. Bilindiği gibi Kam ayinleri sırasında Türklerin kendilerine özgü içkileri olan kımız içilmektedir. Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğunun soyca Türk oluşları göz önüne alındığında kaynağın eski Türk inançları olması kuvvetle muhtemeldir.
Aleviliğin Yezidilik ile İlişkisi Nedir?
Yezidiler, Ali’yi insan suretine bürünmüş Tanrı olarak görürler. Onlara göre, Hazreti Muhammed’i peygamber olarak gönderen Hazreti Ali’dir. Yezidiler, tanrısal varlığın iyilik ve kötülük olmak üzere ikiye ayrıldığını kabul ederler. Tanrı’nın iyiliği, Şeytan’ın kötülüğü temsil ettiğine ve Tanrı ile Şeytan arasında sürekli bir çekişme olduğuna inanırlar. Tanrı ile Şeytan arasındaki çekişmeye, Tanrı’nın başlangıçta kendisiyle eşit niteliklerde bulunan Şeytan’ı kıskandığı için onu kutsal niteliklerden ve cennetten kovmasının yol açtığını ileri sürerler. Bundan dolayı Şeytan’a aşırı bağlılık gösterir ve onun gücünün artarak Tanrı’nın gücünü alt edeceğini savunurlar. “ Melik Tavus “ adını verdikleri Şeytan’ı yüceltirler. Bu nedenle Yezidiler Şeytan’a tapanlar olarak bilinmektedir. Ancak bu topluluğun son dönemde bilinen “Satanist / Şeytancı “ akımlarla bir ilgisi yoktur. Yezidilerin kutsal kitabı “ celde “ adını taşır. Yezidiler bugün dağınık biçimde Halep, Bağdat ve Irak’ın kuzeyinde, Azerbaycan’da, Türkiye’nin Garzan, Hasankeyf, Kurtalan, Beşiri gibi yerleşim birimlerinde yaşarlar. Tahmini olarak 500 bin civarında nüfusları olduğu sanılmaktadır.
Yezidilik; orta doğudaki din ve inançlardan etkilenmiş ve karmaşık inançlarla örülmüş ancak temelde İslam’dan kopma bir dindir. Yezidilikte, Zerdüştlüğün, Şamanizmin, Sabiliğin, Maniheizmin, Museviliğin, Hristiyanlığın izleri vardır. Yezidiler etnik olarak çoğunlukla Kürt kökenlidir. Bir kısım Kürtçüler, Yezidiliği, Zerdüştlüğün bir türevi olarak görmekte ve Kürtlerin ulusal dini olarak tanıtmaya çalışmaktadır. Hazreti Ali öğesini temel alarak da Anadolu Aleviliği ile bağ kurmaya çalışmaktadırlar. Özellikle Kürt kökenli Alevi / Bektaşileri bu inanca çekmek için çaba harcamaktadırlar. Ancak görüldüğü gibi iki inanç arasında yüzeysel ve biçimsel benzerliklerin ötesinde mahiyet bakımından ciddi hiçbir ortak nokta yoktur. Yezidiliğin herhangi bir dini, inancı etkileme gücü yoktur. Gerek nüfus itibariyle, gerekse yayıldığı coğrafi alan dikkate alındığında bunun olanaksız olduğu ortadadır. Yezidilikte, gömme adetleri, dinsel bir ritüel olarak raks şamanizmi anımsatmaktadır. Sünnet olma ve domuz eti yasağı İslam’ı ve Museviliği, eski ve yeni ahdin kutsal sayılması ve İsa’nın yeniden geleceği inancı ile her yıl İsa adına kurban kesilmesi ise Hristiyanlığı anımsatmaktadır. İçerik olarak farklı olmakla birlikte; Hristiyanlıktaki “ Baba, Oğul, Kutsal Ruh “ , Alevilikteki “ Allah, Muhammed, Ali “ biçimindeki üçlemeyi anımsatır şekilde “ Tanrı, Melik Tavus, Şeyh Adi “ üçlemesi vardır. Şeyh Adi bin Misafir, Yezidiliğin kurumlaştırıcısı sayılmaktadır. Yezidilikte, doğadaki kimi varlıklara tapınma ve onları kutsal sayma özelliği de Şamanist öğeler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi Yezidilierin ve Yezidiliğin biçimsel ve yüzeysel anlamda Alevilikten ve Alevilerden çok etkilendiği ortadadır. Yani iddia edildiği gibi Alevilik burada etkilenen değil, etkileyendir. Yezidilikteki çok önemli özelliklerden biri de misyonerliğe kapalı olmasıdır. Yani Yezidi olabilmek için mutlaka Yezidi bir anne – babadan dünyaya gelmiş olmak gerekmektedir. Bu özellik dolayısıyla Yezidilik, nüfus itibariyle hızla erimektedir. Çünkü Yezidi anne – babadan doğan herkes Yezidi inancını benimsememekte ve başka inançları benimseyenlerin sayısı artmaktadır. Gidişat onu göstermektedir ki Yezidilik, kısa zaman sonra sönecek ve yok olacaktır.
Bir kısım Alevilerde de, Alevi olabilmek için, Alevi bir anne – babadan doğmak gerektiği biçiminde ilkel bir inanç ve yaklaşım vardır. Bu yaklaşım Aleviliğin asla lehine değil, aleyhinedir. Son dönemde bu yaklaşımı reddeden Alevi kökenli aydınların ve dedelerin sayısı hızlı artmaktadır. Bu kitabın yazılış amaçlarından biri ve hatta en önemlisi Aleviliği misyonerliğe açmaktır. Aleviliğin yayılması, onun taşıdığı güzelliklerin ve üstün ahlaki niteliklerin de yayılması demektir. Hiçbir samimi Alevi buna karşı çıkamaz. Aksi takdirde kendi inancına ve inançdaşlarına kötülük etmiş olur.
Türklerin Eski İnançları ve Alevilik ile ilişkisi
Türkler dünya tarihinin en eski halklarından biridir. Türk adının bu halka ad olması daha yakın dönemlere ait bir tarihsel olgu ise de Türk dili konuşan toplulukların geçmişi yaklaşık beş bin yıl geriye kadar götürülmektedir. Türklerin sahip olduğu inançsal özellikler onların yaşayış biçimlerinin sonucu olarak doğa temellidir. Doğadaki varlıklarda ruh olduğuna inanma ve onlara tapınma biçimindedir. Başta göğün, güneşin, ayın, dağların, ırmakların vb. hepsinin kutsandığı bir inançsal yapılanma ile karşı karşıyayız. Bu inançsal yapılanma aslında eski Türklerin kendilerini doğanın bir parçası olarak gördüklerinin ve kendilerini doğadan ayrı / doğaya egemen bir topluluk biçiminde düşünmediklerinin göstergesidir. Ayrıca Türklerde atalara tapınma olgusu da son derece önemlidir. Nitekim bu konuda İbn Fadlan Şöyle demektedir:
“ Hiçbir şeye ibadet etmezler. Aksine büyüklerine rab ( Allah ) derler.” (5)
Türklerde doğadaki somut varlıkların yanında soyut tanrılara da tapınma söz konusudur. Gök Tanrı / Kayra khagan, Ülgen, Yayık, Suyla, Kutsal Yer Su, Erlik, Yağız Yer, Yo Kan, Talay Kan, Umay vd. adlarla anılan tanrılar, ruhlar / tözler / idoller / putlar vardır. ( 6 )
Ancak tüm bu özelliklere karşın öne çıkan kavram Gök Tanrı kavramıdır. Gök Tanrı, en büyük Tanrı veya Tanrılar Tanrısı gibi bir özelliğe sahiptir. Gök Tanrı’nın bu yeri dolayısıyla kimi araştırmacılar, eski Türklerin Tek Tanrı inancına sahip olduğunu, Tanrı’ya Gök Tanrı adını verdiklerini, bunun yanı sıra tanrı olmayan fakat kutsal kabul edilen kimi somut veya soyut varlıkların da bulunduğunu hatta İslami terminolojiyi esas alarak Gök Tanrı dışındaki kutsal varlıkların “ melek “ olduğunu iddia etmişlerdir. Buradaki temel amaç, İslam ile eski Türk inançları arasında benzeşim kurmaya çalışma çabasıdır. Bilimsellikten uzak bu çabaların özneleri olarak yine Türk – İslam Sentezcilerini görmekteyiz.
Ancak özellikle Gök Türkler döneminde Gök Tanrı kavramının zamanla soyut ve tek bir tanrı anlayışına doğru evrildiği de görülmektedir. Bunu Gök Türk yazıtlarında çok açık bir biçimde görmek mümkündür.
Türklerin ulusal inancı / dininden bahsedilirken Şamanizm kelimesinin kullanılması bir gelenek haline gelmiştir. Gerçekte şaman sözcüğü Türkçe değildir ve Türkçede karşılığı bulunmaktadır. Şaman kelimesi Tunguzcadır. Bilimsel literatüre Tunguzcadan geçmiştir.( 7 ) Bu sözcüğün Türkçe karşılığı “ kam “ kelimesidir. Ruhlarla temasa geçen kişi, büyücü, kahin gibi anlamlara gelen bu sözcük, Türklerin İslamdan önceki dini olan Şamanizmdeki din önderlerine verilen addır. Kam sözcüğünün yanı sıra “ baksı “ sözcüğü de kullanılmaktadır. Biz burada Şamanizm sözünden ziyade onun Türkçesi olan kamcılık tabirini kullanmaya çalışacağız.
Kamcılık inancına ve kültürüne mensup olan toplulukların başka inanç ve dinlerin yoğun etkisine maruz kaldıkları bilinmektedir. Bu nedenle saf bir kamcılık anlayışı yoktur. Ancak yine de kamcı toplulukların meydana getirdiği ürünlerden; masal, dua, efsane vb. Kamcılığa ilişkin sistematik bir fikir edinme olanağına sahip bulunmaktayız. Bu cümleden olarak Kamcı dünya görüşüne göre dünya; gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Altay Türklerinde “ Aydınlık Alemi”, yukarıdaki dünyayı yani gök yüzünü, Tanrı Ülgen ile ona bağlı iyi ruhları temsil etmektedir. Yeryüzünü ise insanlar oluşturmaktadır. Yeryüzüne “ Orta Dünya “ da denmektedir. Yeraltı dünyasını ya da başka bir deyişle “ Aşağıdaki Dünya “ yı ise Tanrı Erlik ile ona bağlı kötü ruhlar oluşturmaktadır.
Yakut Türklerinde ise bu kavramlar başka biçimde ifade edilmektedir. Yakutlara göre; görünen, görünmeyen dünyalar; “ yukarı “, “ orta “, “ aşağı “ diye üçe ayrlmaktadır.
Kamcılıktaki ritüellerin ve inançların bugün Anadolu Alevi / Bektaşileri tarafından, uygulanan tüm baskı ve eritme çabalarına karşı yaşatılmakta olduğunu görmekteyiz. Anadolu Alevi / Bektaşilerinin idrakindeki İmam Ali ile Kamcı Türklerdeki Gök Tanrı inancının birbirine benzediği, hatta Gök Tanrı inanışının İslami bir kimliğe bürünerek devam ettiği tarzında bilim çevreleri tarafından ileri sürülen bir sav vardır ki, bu savın en ünlü temsilcilerinden biri de İ. Melikoff’ tur.
Toplumbilimci Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türk kültürünün İslamlık ile tanışmasından sonra ortaya çıkan durumu şöyle anlatıyor:
“ Göçebe Türkler, eski dinlerinde olduğu gibi şimdi de kadın erkek bir arada bulunuyor ve ayinlerini büyük bir vecd ve heyecan içinde, müzik ve raks ( sema ) ile yapıyorlardı. Bu hususu çok iyi bilen Yesevilik, Orta Asya göçebeleri arasında hızla yayılma başarısı gösterdi.”( 8 )
Türklerin İslamlaşması sonucu mistik bir yol olarak Yesevilik tarikatının ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu tarikat Türk kültürü ile İslam’ın kaynaşması ve birleşmesi sonucu oluşmuştur. Kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’dir. Hoca Ahmet Yesevi ise, Yusuf Hemedani’nin öğrencisi, Hacı Bektaş Veli’nin hocası olan Lokman Perende’nin ise, hocası, yol göstericisi, mürşididir. Horasan erenlerinin serçeşmesidir, piridir.
İslamlığın, Türk kültürü ile yoğrulup kaynaşmasını ve milli bir kimliğe bürünmesini, arkasından da zorunlu göç nedeniyle Horasan üzerinden Anadolu’ya gelip Anadolululaşmasını toplumbilimci Mehmet Eröz şöyle anlatıyor:
“ Alevilik ve Bektaşiliğin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir.” Yine Mehmet Eröz, şöyle devam ediyor:
“Anadolu’da karşımıza Alevilik ve Bektaşilik olarak ortaya çıkan oluşumun kaynağı eski Türk dini olan şamanizmdir.”
Türklerin eski inançlarının mistik yapıda olduğu bilinmektedir. Türk toplumunun karakteristik özelliği ile yakından ilgili olan mistik yönelimi İslamlaşma sırasında da görmekteyiz. İslam’ın Türkler arasında yayılması tamamen mistik yolla olmuştur. Yesevilik bunun en açık kanıtlarındandır. Türkler, Emevilerin resmi din anlayışını yaymaya çalışan misyonerlere ve ordulara karşı koymuşlardır. Emevilerin İslam’ı, şeriat ve Arap kültürünün yoğurduğu bir İslam anlayışıdır. Oysa Türkler, katı Şer’i kurallara itaat etmeyecek derecede farklı yaratılışta bir topluluktur. İşte bu nedenle İslam, Türkler arasında sufilerce yayılmıştır. Sufiler, İslam’ı şer’i katılıklardan arındırarak ve eski Türk inançlarıyla yoğurarak yaymışlardır. Göçebe ve yarı göçebe Türkmenlerin yaşadığı bölgelere gezgin sufi dervişler tekkelerini açmış ve halkı ocakları etrafında toplamışlardır. Yani Türklerin Müslümanlığı benimsemesinde esas olarak tasavvuf akımının ve onun yarattığı tarikat temsilcisi sufi dervişlerin etkili olduğunu görmekteyiz.(9)
{Ancak yukarıda bahse konu olan durum tamamen büyük göçebe halk yığınları ile ilgilidir. Türklerin elit ve aristokrak kesimi geniş halk yığınlarından daha kolay ve çabuk Müslümanlaşmıştır. Bu kesimin bu denli kolay ve çabuk Müslümanlaşmasında etken olan nedenler siyasal ve ticaridir. Nitekim tarihçi Faruk Sümer, Türkler ve Araplar arasındaki ticari ilişkilerin Türklerin İslamlaşmasındaki en önemli etkenlerden olduğunu belirtmektedir. (10) }
Araştırmacı yazar Cemal Şener, Türklerin mistik yolla İslamlaşmasıyla ilgili olarak şöyle bir saptamada bulunmaktadır:
“ 9. – 10. yüzyılda Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar tıpkı şaman dedeler gibi ilahiler okuyan veya Budist din adamları gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halkı etkileyen ve halk üstünde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi.
Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında uzun ve yorucu yolculuklar sonucu Anadolu’ya ulaştılar. Bu kimseler Anadolu’da dede, baba, abdal, gazi gibi benzer ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergahlarını açıp 72 millete, 18 bin aleme seslenmeye başladılar. Anadolu’da oluşan; Hacı Bektaş Veliler, Abdal Musalar, Sarı Saltuklar, Taptuk Emreler, Yunus Emreler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kollarıdır.” ( 11 )
İslamlaşan göçebe ve geniş halk yığınlarından oluşan Türklerin hemen hemen tamamına yakını başlangıçta tasavvufi içerikte ve aynı zamanda muhalif bir İslam ekolü olan Yesevilik – Alevilik – Bektaşilik – Kızılbaşlık çizgisindeydiler. Bunun apaçık kanıtlarından biri de Dede Korkut Öyküleridir. Dede Korkut Kitabı’ndaki Alevi inancına dair derin izler İslamlaşan ilk Türklerin Alevi / Batıni çizgide olduğunu göstermektedir. Nitekim Kazan Oğlu Uruz, ağaçla şöyle söyleşir:
“ Ağaç ağaç der isem sana, üzülme ağaç,
…
Erlerin şahı Ali’nin düldülünün eyeri ağaç,
Zülfikar’ın kını ile kabzası ağaç,
Şah Hasan ile Hüseyin’in beşiği ağaç.” (12)
…
Erlerin şahı Ali’nin düldülünün eyeri ağaç,
Zülfikar’ın kını ile kabzası ağaç,
Şah Hasan ile Hüseyin’in beşiği ağaç.” (12)
Emevi – Abbasi – Arap İslam anlayışı çok küçük bir azınlık olan aristokrat, elit ve tüccar sınıf arasında yayılmıştır. Bu azınlık grup ellerindeki parasal, ticari ve siyasal gücü kullanarak geniş halk yığınları üzerinde egemenlik kurup onları da kendi İslam anlayışlarına çekmek için olağanüstü çaba harcamışlar, bunu gerçekleştirmek için de devlet erkini kullanarak büyük baskılar uygulamışlardır. Bu baskıların sonucunda kimi Türkmen toplulukları zahiren Sünnileşmiş ve fakat gerçekte Alevi / Batıni kimliklerini gizliden gizliye de olsa korumuşlar ve sürdürmüşlerdir. Bugün dahi Anadolu’nun kırsalında yaşayan Sünni Türkler ile Alevi Türkler arasında inanç ve gelenek açısından ciddi bir fark yoktur. Kentlileşen Sünnilerin eski Şamani izlerden hızla sıyrıldığı, özellikle Diyanet İşleri’nin ve kimi İslamcı cemaat ve tarikatlerin olağanüstü baskı ve propagandalarıyla Arap – Emevi – Abbasi / Vahhabi İslam anlayışına doğru sürüklendiği görülmektedir. 1980 sonrası hız verilen köylere cami yapılması hareketi ile Diyanet’in atadığı imamların Sünni Müslüman Türkleri “ şirk ” diyerek Şamani geleneklerden arındırma çabası ne acı ki etkili olmaktadır. Anadolu halkı yüzyıllardır sürdürdüğü şamani geleneklerini İslam’a aykırı olduğu yönündeki Diyanet telkinleri nedeniyle terk etmektedir. Anadolu halkı bin yıldır yaşattığı geleneklerini 21. yüzyıla kadar dirençle ayakta tutmuş, Alevisi Sünnisi ile Türklük değerlerine sahip çıkmıştır. Diyanet’in imamları, dilek ağacına bez bağlamanın, kurşun döktürmenin, yatırlara mum dikmenin, eşiğe oturmamanın, mezar ziyeretlerinin, mezar taşlarına ölenin resmini koymanın, büyük dağ ve taşları kutsamanın vb. İslam’a aykırı olduğunu telkin ederek Türk ulusunu binlerce yıllık köklerinden koparmaya çalışmaktadır. Bu çalışmanın varacağı yer Araplaşmaktır. Açıkça ifade edelim ki, Diyanet’in yaptığı bir kültür katliamıdır. Bu bir insanlık suçudur. Diyanet, Türklüğü katletmektedir. Diyanet imamlarının büyük çoğunluğu gönüllü Arap misyoneridir.
Diyanet İşleri’nin İslam’a aykırı dediği tüm bu kültürel unsurlar, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar bütün Türk dünyasında yaşatılan Türklüğün ulusal değerleridir. Türk ulusu bu çabalara karşı büyük bir direniş sergilemektedir. İmamların saçma sözlerine karşın dilek ağaçlarına bez bağlamaya, kurşun döktürmeye, büyük dağ ve taşları kutsamaya, ölünün ardından bir şaman geleneği olarak yedinci, kırkıncı günlerde ve yıl dönümünde anma törenleri düzenleyerek, mevlüt okutmaya, mezar ziyaretlerine önem vermeye, yatırlara mum dikmeye vb. devam etmektedir. Ancak üzülerek belirtelim ki, Sünni Türklerdeki direniş Alevi Türklere göre daha zayıftır. Aleviler direniş noktasında çok daha kararlı ve güçlü bir yapıya sahip bulunmaktadır. İşte bu yüzden Alevilik, Türklüğün Anadolu’daki yüz akıdır. Alevilik, Türklüğün sığınağı ve korunağıdır. O halde Aleviliğe sahip çıkmak Türklüğe sahip çıkmak demektir.
Şimdi Anadolu Aleviliği ile eski Türk inançları arasındaki bağları daha net bir biçimde ortaya koyalım.
Anadolu Alevilerindeki semahın kaynağı teolojik olarak Kırklar Meclisidir. Ancak kültürel olarak ibadet sırasında raks etmenin kökeni tamamen Şamanidir. Kamlar / Şamanlar ayin sırasında bugün Anadolu Alevilerinin yaptığı semah gibi raksederlerdi. Hoca Ahmet Yesevi’nin Divan –ı Hikmet’inde, Yesevi tarikatı dervişlerinin okunan şiirler ve çalınan kopuzlar eşliğinde ibadet sırasında raks / sema ettikleri belirtilmektedir. Bugün hala Altay’da kamlar, ayin sırasında semah dönmektedirler.
Anadolu Alevilerinin cem ayini sırasında mum ve ateş yakmalarının da kaynağı kamcılık inancıdır. Altay’da, Hakasya’da, Tuva’da, Yakutistan’da, Çuvaşistan’da Türk kamları ateş yakarak ve ateşin etrafında semah dönerek / raks ederek ayin yapmaktadırlar. Ateşe dua etme geleneği de kamcılıkla ilgilidir.
Alevi / Bektaşi cemlerinde içki içilmesi / dolu / dem alınmasının teolojik kökeni yine Kırklar Meclisidir. Dem almanın teolojik kökenine daha önceki bölümlerde değinmiştik. Demin kültürel kökeni elbette ki kamcılıktır. Kam ayinlerinde Türk Tanrıları için, koruyucu ruhlar için “arak / rakı ” dan veya kımızdan saçı saçılır ki bu da kansız kurban sayılırdı. Anadolu Alevi / Bektaşileri cem sırasında içilen içkiye, içki, rakı, şarap vb. adlar vermeyip doğrudan doğruya dolu- tolu veya dem adını vererek onu kutsamaktadırlar. Kam ayinlerindeki içkiler de kutsanmakta ve kurban hükmünde değerlendirilmektedir. Alevilerde her tören için kurban kesilmesi koşuldur. Bu kurban, kesilen havyan dışında kansız lokmalar da olabilmektedir. Bunlar evden getirilen yiyecekler ile bağış olarak verilen paralardır. Eski Türklerde, süt, kımız, yağ, buğday, darı, şarap, tüccar topluluklarda ise para vb. kurban ( saçı ) olarak verilirdi. Her dinsel törende eski Türlerde olduğu gibi Anadolu Alevilerinde de mutlaka kanlı veya kansız kurban koşuldur. Eski Türklerde en makbul kurban attır. Attan sonra ise koyun gelmektedir. Alevilerde ise koç kurban etmek yeğlenir. Kesilen kurbanların kanlarının yere damlatılması eski Türklerde olduğu gibi Anadolu Alevilerinde de günah kabul edilmektedir.
Kamcılık ile İslam’ın bir bireşimi olan Yesevilikte de kurbanın kemikleri kanı ile birlikte derin bir çukura gömülmekteymiş. Kurban töreninin son kısmında ise; içki sunma ve büyük bir yemek ziyafeti olurmuş. Bu sırada muazzam büyüklükteki tulumlar dolusu kımız içilirmiş.( 13 )
Anadolu Alevileri de kesilen hayvanın kemiklerini kırmayı günah saymaktadır. Çünkü hayvanın canının kemiklerinde barındığına inanılmaktadır. Eski Türklerde olduğu gibi Anadolu Alevilerinde de kurbanın kemikleri kanı ile birlikte derin bir çukura gömülmektedir.
Anadolu Alevi / Bektaşilerinde ibadet sırasında ve yaşamın her alanında kadın erkek birlikteliği esastır. Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin kurduğu Yesevilik tarikatında da egemen İslam anlayışına göre yasak olan kadın erkek birlikteliği esastır. Yesevi dervişleri kadın erkek birlikte sema ederek / raks ederek Tanrı’yı anmak için zikir törenleri yapmışlarıdır. Hatta Yesevilerin bu nedenle dönemin egemen İslam anlayışını savunan çevrelerce dışlandıkları, haklarında bugün Anadolu Alevileri için hala söylenmekte olan iğrenç iftiraya benzer iftiraların üretildiği bilinmektedir. Kadın ve erkeğin aynı anda ve mekanda birlikte bulunmalarına ve Tanrı’ya ibadet etmelerine tahammül edemeyen egemen İslam anlayışına mensup çevrelere cevap oluşturmak üzere Pir Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin bir tutam pamuğun içine bir ateş parçası / köz koyduğu ve bunu o iftiracılara gönderdiği, pamuğun içindeki ateşin / közün pamuğu yakmadığı ve bunun Pirin kerametiyle vaki olduğu anlatılmaktadır. Bilindiği gibi şeriatçı çevreler bugün hala kadın ve erkeği ateş ile baruta benzetmekte, birlikte olurlarsa mutlaka ateşin barutu yakacağını söylemektedirler. Bu benzetmeden hareketle kadın ile erkeği sadece ibadet sırasında değil, hemen hemen yaşamın her alanında mümkün olduğunca birbirinden koparmaktadırlar. Ama şuna bir türlü yanıt verememektedirler. Sünni İslam anlayışına göre gerçekleştirilen hac ibadeti sırasında Kabe’nin çevresinde kadın erkek birlikte, aynı safta namaz kılabilmektedirler. Nedense oradaki birliktelikte bir sakınca görmemektedirler. Eski Türk töresinde ve inancında kadın ve erkeğin daima birlikte olduğunu, aralarında bir ayrım olmadığını hatta kimi zaman kadınların daha ön planda bulunduğunu bilmekteyiz. İşte Anadolu Alevi / Bektaşileri atalarından devraldıkları bu Türklük özelliğini sürdürmektedirler. Ayin sırasında kadın erkek birlikte Tanrı’ya niyaz etmektedirler. Semaha durup hep bir ağızdan deyişler söylemektedirler. Anadolu Alevi / Bektaşilerinde insanlar kadın veya erkek oldukları için değil, sadece insan oldukları için, ya da bir başka deyişle can oldukları için değerlidirler. Bundan dolayıdır ki, yaşamın her alanında olduğu gibi ayin sırasında da birliktedirler. Yine Anadolu Alevi / Bektaşileri kadını kara çarşaflar veya onun özgürlüğünü kısıtlayan kimi örtüler içine hapsetmeyi de reddetmekte, Türk kültürünün gereklerine uygun bir giyim kuşamı yeğlemekte, bu giyim kuşamı günlük yaşamlarında ve ibadet sırasında kullanmaktadırlar. Kentlileşen Alevi / Bektaşiler de kente yaşamının gereği olan çağdaş giyim kuşamı benimsemektedirler.
Alevi / Bektaşiler, müziği ibadetlerinin ayrılmaz bir parçası olarak görmektedirler. Alevi / Bektaşi Cemlerinde çalınan bağlama ve saz Türklüğün tarihsel ve ulusal çalgısı olan kopuzun devamıdır. Alevi / Bektaşiler, bağlama / saz / kopuz için ” telli Kur’an” tabirini kullanmakta ve onu kutsamaktadırlar. Eski Türklerin de ibadet sırasında müziğe yer verdikleri, kopuz ve davul çaldıkları bilinmektedir. Kamların davul ve kopuzlarının da kutsal addedildiği tarihen sabittir. Dede Korkut Öykülerinde gördüğümüz Türk Bilgesi elinde kopuzuyla deyişler söylemekte ve halka öğütleriyle yol göstermektedir. Telli Kur’an’ın Alevi / Bektaşilerin yaşamındaki yeri o derece büyük bir öneme sahiptir ki, hemen hemen her Alevi / Bektaşinin evinde bu telli Kur’an’dan bulunmakta ve Alevi / Bektaşiler yeni yetişen kuşaklara bağlama / saz / kopuz çalmayı özenle ve büyük bir önem atfederek öğretmektedirler. İşte bu özellik de binlerce yıllık görkemli Türk kültürünün Alevi / Bektaşilerce yaşatılmakta olduğunu gösteren eşsiz örneklerden biridir.
Alevi / Bektaşi inancı ile eski Türk inançları arsındaki derin izlere ve güçlü bağlara bir diğer örnek de cenaze / ölü gömme biçimidir. Özellikle Tahtacı Türkmen Alevileri hala eski Türk inançlarındaki gibi ölülerini kimi eşyasıyla birlikte gömmektedirler. Ege ve Akdeniz bölgesindeki Tahtacı Türkmen köylerinde cenazeler yatak ve yorganla ve kıyafetleriyle birlikte defnedilmektedir. Bilindiği gibi Kamcı Türkler de ölüyü yeniden dirileceği inancının bir gereği olarak eşyasıyla birlikte gömmekteydiler.
Alevi / Bektaşi yolunun manevi liderleri olan dede / babaların eski Türklerdeki kam / baksı / dede ( Dede Korkut’u anımsayalım.) / şamanların devamı olduğunda hiç kuşku yoktur. Tıpkı Alevi / Bektaşilerdeki ( babagan kolunda uygulama farklıdır.) dedelik gibi eski Türklerde de istisnai durumlar olmakla birlikte kamlık soydan geçmekteydi. Türk oymakları şamanlara / kamlara yaptıkları hizmetler karşılığında armağanlar verirlerdi. Kamlar ne verilirse kabul ederlerdi. Anadolu Alevi / Bektaşileri de taliplerinden tamamen gönüllülük esasına bağlı olarak “ hakkullah “ veya “ çıraklık “ adı altında mal ve para alırlar, bunları ocağın / dergahın giderleri için ve kimi hayır işlerinde kullanırlar. Tıpkı kamlar / şamanlar gibi dedeler de tümüyle hafızaya dayanarak binlerce nefes / deyiş / dua gibi Türk halk kültürüne ait sözlü birikimi kuşaktan kuşağa aktarırlar. Dedelerin cem törenlerinde kullandıkları “ asa “ veya “ tarik “ de kamların / şamanların ayin sırasında kullandıkları asayı anımsatmaktadır. Alevi cemlerinde adına; serdeste, tarik, erkan, zülfikar ve alaca değnek denilen asa bulunur. Dede bu asa ile taliplere dua eder.( 14 )
Bektaşi babalarındaki özel giysiler de kamların özel giysilerini anımsatmaktadır. Şamanlar ayinlerde kırmızı kumaştan hazırlanmış külahlar giyerler. Anadolu’da da bazı yörelerde dedeler cem törenlerinde kırmızı renkli börk, taç veya başlık giyerek cem ayinini yürütür. Taç dışında hırka da Şamanlarda ve Bektaşilerdeki ortak giysilerden biridir. Bektaşilerdeki hırkalar özel olarak hazırlanır; dikişleri ve her bir unsuru dinsel ve ahlaki bağlamda kimi simgesel anlamlara sahiptir. Şamanların giysileri de dinsel anlamı bulunan kıyafetlerdir.
Anadolu Alevi / Bektaşilerinin gülbenkleri ( dua ) de kam duaları gibidir. Aralarındaki benzerliğin görülmesi açısından bir kam duası ile bir gülbenki verelim:
“Sizden medet diliyorum. Kara bıyıklı ata evliya ! Hu … ey ! Bektav Ata, Bekata Behiç Ata yardım et ! Çakmak Ata evliya, Koçkar Ata evliya, sizden medet diliyorum. Hu… ey ! Evliya Ata Evliya… Sizden medet diliyorum. Tekdurmuş Ata evliya. Karahan Baba yardım et ! Hu… ey ! “ ( 15 )
Aradan geçen yüzyıllara karşın hala devam eden muhteşem biçimsel ve yazınsal / edebi benzerliğe dikkat edelim. İşte bir Alevi dedesinin taliplerine verdiği dua:
“ Allah.. Allah.. Hizmetleriniz kabul ola, muratlarınız hasıl ola, Muhammed Ali ehlibeyt katarından, didarından ayırmaya… Adlarını zikrettiğimiz 12 İmamların himmeti üzerinizde ola. Diliniz dert görmeye. Dil bizden, nefes Hz. Hünkar’dan ola… Gerçeğe hu…” ( 16 )
Kamcılıkta görülen; iradi olarak kendini kurban etme ve simgesel ölümler, “ Ölmeden önce ölmek” ve “ kendini manevi olarak kurban etme “ biçimine bürünerek Anadolu Aleviliğine taşınmıştır. Türk – Moğol boylarından Buryatlardaki; genç kam adayının keçe üzerine oturtulup havaya kaldırılması ve bu tören sonucu kam adayının kam kabul edilmesi geleneği benzer biçimde Antalya – Isparta Tahtacı Alevilerinde “ mürebbi ” seçilmesi töreniyle yaşatılmaktadır. Mürebbi seçilen kişi “ ak keçe “ üzerine oturtulup üç kez havaya kaldırılır. Bu sırada “ Allah, Muhammed, Ali “ denilir.
Burada sadece bir bölümünü verebildiğimiz eski Türk inançları ile Anadolu Aleviliği arasındaki benzerlik, benzerlikten öte bir özdeşlik noktasındadır. Bu özdeşliği Anadolu Alevilerinin yaşamlarının her anında apaçık bir biçimde gözlemlemek mümkündür. Bu benzeşim ve özdeşliği yadsıyan, reddeden, başka biçimde yorumlayan veya görmezlikten gelenlerin güneşi balçıkla sıvamaya güçleri yetmeyecektir. Anadolu Aleviliği, binlerce yıllık şanlı ve görkemli Türk kültürünün egemen Arap / Emevi / Abbasi İslam’ına karşı direnişidir. Bu direnişin yoğurduğu ve doğurduğu Alevi / Bektaşi kültürü sadece Türk halklarının değil, bütün insanlığın evrensel kültür mirasıdır. Özünde yüce İslam dininin yüksek ahlak ve insan sevgisini, Türk halklarının insancıl / hümanist geleneğini taşıyan Alevi / Bektaşi inancı ve kültürü tüm insanlığın özlemle beklediği küresel barışın ve kardeşliğin adresidir. Bu nedenledir ki, her Alevi / Bektaşi yüzyıllardır süren baskıların getirdiği gizlenmenin kabuğunu kırıp tüm baskı ve katliamlara karşın kahramanca ve mümince yaşattığı inancını ve kültürünü artık büyük bir kararlılık ve özgüvenle tüm dünyaya tanıtmak için uğraş vermelidir. Bu; insansal, dinsel ve ulusal bir görevdir.
Güçlü Kamcı / Şamani İzlere Rağmen Alevilik Nasıl İslam’ın Özü Olabiliyor ?
Samimi Alevi müslümanlar Aleviliği, “ İslam’ın Özü “ olarak görürler. Fakat bu tabir Aleviler üzerinde hesabı olan inançsız, ateist kişi ve çevreleri rahatsız etmektedir. Onların rahatsızlığının doğrudan doğruya İslam’dan kaynaklandığı bes bellidir. İslam’ın en güzel ve Türk’e has yorumu olan Alevilikten de rahatsız olmaları pek tabiidir. Bu çevreler, İslam’ı eşittir Sünni ve Şii İslam biçiminde gördükleri veya görmek istedikleri için Aleviliği İslam dışı saymaya gayret göstermektedirler. Oysa İslam, Sünnilik veya Şiilik demek değildir. Aynı şekilde İslam eşittir Alevilik demek de değildir. Alevilik, İslam’ın Türklere özgü bir yorumudur. Her ne kadar gayri Türk Alevi / Bektaşi topluluklar olsa da Alevilik Türklerce üretilmiş ve geliştirilmiş tabii bir İslam yorumudur. Bundan dolayıdır ki, Aleviliğin içinde İslam öncesi Türk İnançlarına dair çok güçlü ve derin izler bulunmaktadır. Bu izlerin varlığı Aleviliği, İslam’ın dışına taşımaz ve onun “ İslam’ın Özü “ olma vasfına aykırılık teşkil etmez. İslam denilince akla gelen bir sürü farklı yorumdan sadece birini veya bir kaçını kabul edip kalanları reddetmekle İslam’ı tanımlamış ve tanımış olamayız. Bu cümleden olarak, İslamlığı sadece Sünniliğe veya Şiiliğe indirgemek tarihsel ve sosyalojik gerçeklere ayrkırıdır. Sünnilik, Şiilik, Alevilik / Bektaşilik, İsmaililik, Zeydilik, Vahhabilik, Dürzîlik, Nusayrilik vb. hepsi İslam dairesi içindedir. Hepsinin kullandığı literatür büyük ölçüde ortaktır. Hepsi de İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an karşısında geliştirdikleri tavır ve Kur’an’a dair ortaya koydukları özgün yorumlar çerçevesinde şekillenmişlerdir. Dolayısıyla herkesçe üzerinde ittifak edilen bir İslam anlayışı ve yorumu yoktur. Kaldı ki, Sünnilik ve Şiilik için de durum aynıdır. Tek bir Sünni anlayış, tek bir Şii anlayış yoktur. Sünniler ve Şiiler de kendi aralarında sayısız alt mezhepsel oluşum, tarikat , cemaat vb. yapılara sahiptir. Bu da pek tabii bir durumdur. Çünkü İslam’dan veya onun her hangi bir yorumu olan mezheplerden herkesin aynı şeyi anlamasını beklemek olanak dışıdır. Hal böyleyken İslam’ın bir yorumu olan her hangi bir ekolü temel alarak Aleviliği İslam dışı addetmek insafsızlık olduğu kadar aynı zamanda cahilliktir.
O halde Aleviliği tanımlarken kullanılan tabirlerden biri olan “ İslam’ın Özü “ ifadesiyle ne kastedilmektedir? Nedir İslam’ın özünü oluşturan inanç ve değerler?
İslam’ın özü tanrısal vahyin temelini teşkil eden “tevhid İnancı” dır. Yani Tanrı’nın Birliği İnancıdır. Tanrı’ya kul olmak ve ona tapınmak / ibadet etmektir. Hazreti Muhammed’i peygamber, Kur’an’ı kutsal kitap, Hazreti Ali’yi vasi – yi Resulullah kabul etmektir. Bununla ilintili olarak da barış ve esenlik, eşitlik ve kardeşlik, toplumsal dayanışma ve hoşgörü, kul hakkına riayet, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, yalandan ve yalancı tanıklıktan uzak durma, zina, fuhuş vb. çirkinliklerden kaçınma, emeği ile geçinme, haksız kazancı gayri meşru görme, zulme rıza göstermeme gibi ahlaksal ilkeleri yaşama egemen kılmaya çalışma savaşımıdır. İşte İslam’ın özü olarak sıraladığımız tüm değerlerin hepsi Alevilik’te mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Alevilik İslam’ın özüdür. İslam ise kendinden önce gelen bütün dinlerin özüdür. Dolayısıyla Alevilik İslam öncesi dinlerin de özüdür. Alevi Müslümanlarca yaşatılan İslam öncesi Türk inançlarına ait değerler ve kültürel özellikler Aleviliğin İslam dışı sayılmasına hiçbir biçimde neden teşkil edemez. Çünkü İslam’ın ortodoks yorumu biçiminde adlandırlan Sünni ve Şii İslam anlayışında da İslam öncesi kadim Arap, Fars ve diğer orta doğu kültürlerine ait değerler, inançsal özellikler mevcuttur. Nasıl ki bu değerler ve kültürel özellikler Sünniliği veya Şiiliği İslam dairesi dışına çıkarmıyorsa Alevilikteki kamcı / şamani değerler ve kültürel özellikler onu gayri İslami kılmaz, kılamaz.
Sünni ve Şii İslam anlayışlarında mevcut olan kadim inanç ve kültürlere ait özellikleri örneklerle açıklayalım.
Kur’an’ın indiği toplum olan 7. asır Arap toplumunun yaşamındaki sosyo kültürel değer ve özelliklerin tanrısal vahyin yazıya aktarılmış hali olan Kur’an’da yer alış biçimine Alevilerin Kuran’a Yaklaşımı başlıklı konuda kısmen değinmiştik. Burada da birkaç çarpıcı örnek daha verelim. Ancak şunu tekrar söyleyelim ki, Kuran’daki İslam, Arap toplumunun temel kültürel özellikleri çerçevesinde şekillenmiş bir dindir. Bu nedenle Kur’an, Araplara özgü hükümler, kurallar ve açıklamalar içermektedir. Kur’an’ın yerel unsurları diyebileceğimiz bu hüküm, kural ve açıklamalar, Sünni ve Şiilerin büyük bölümü tarafından evrensel addedilmiş, Araplara özgü kimi İslami unsurlar Arap olmayan diğer Müslüman halklara da dayatılmıştır. Bunun sonucunda İslamlaşma adı altında bir Araplaşma hareketi yaşanmıştır. Fakat Türkler Araplaşmayı reddettikleri için Araplara özgü pek çok İslami unsuru kabul etmeyip İslam’ın evrensel hükümleri temelinde bir Müslümanlık anlayışı geliştirmişlerdir. Yakın zamana değin Türklerin büyük bölümünün batıni / Alevi / tasavvufi / mistik bir İslam anlayışına sahip olduğu tarihen sabittir. Sünnileşme veya Şiileşme, yakın zamanların, yaklaşık olarak son iki asrın ürünüdür. 17. ve 18. yüzyıllara değin Anadolu nüfusunun bile büyük çoğunluğunun Alevi / Bektaşi olduğu göz önüne alınacak olursa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Türklerin arasında Sünni veya Şii İslam’ı benimseyenler daha ziyade aristokrat / elit kesimdir. Yine belirtelim ki, halktan Sünniliği benimseyen kitleler de Sünniliği zahiren kabul etmişlerdir. Sünnilik örtüsü altında yaşayan Batıni / Alevi / Şamani / Mistik gelenek, inanış ve ritüeller hala Anadolu’da ve Türkistan’da, özellikle de kırsal kesimde çok canlı bir şekilde gözlemlenebilmektedir.
Şimdi gelelim Sünni İslam’daki kadim Arap ve Ortadoğu kültürlerine ait kimi özelliklere…
Bugün Sünni ve Şii müslümanlarca uygulanan namaz, hac gibi ibadetlerin şekli esasları kadim Arap ve Ortadoğu kültürlerine aittir. Bu şekil ve esaslar o denli yaygın biçimde bilinmektedir ki Kur’an, bunları yinelemeye gerek görmemekte ve sadece “ Namaz kılın, Hacc edin…” demekle iktifa etmektedir. Zira bölge insanı namaz kılın, denildiğinde zaten bunun nasıl bir şey olduğunu bilmektedir. İslam öncesi dönemde de namaz kılma, bir ibadet biçimi olarak bölge insanı tarafından uygulanmaktaydı. Nitekim bugün Süryani Hrıstiyanlar, Sünni Müslümanların kıldığı namazı andırır tarzda kiliselerde ibadet etmektedirler. Yine bilmekteyiz ki, İslam öncesi dönemde Arap yarımadasında bulunduğu bildirilen ve kendilerine “ Hanif “ adı verilen topluluk da bugün Sünni ve Şii Müslümanların kıldığı gibi namaz kılmaktaydılar. Bunlar da göstermektedir ki, namazın şekli yerel kültüre aittir. Ortadoğu İnsanı Tanrı’ya namaz adı verilen hareketleri uygulayarak tapınmaktaydı. İslam dini bunu değiştirip yepyeni bir tapınma biçimi vaaz etmemiştir. Bu cümleden olarak söyleyelim ki, Ortadoğulu olmayan ve İslam’ı benimseyen halkların da aynı Ortadoğu halkları gibi Tanrı’ya tapınma zorunlulukları yoktur. Onlar kendi kültürel geçmişlerinden gelen tapınma biçimleri ile ibadet edebilmelidirler. Nitekim Alevi / Bektaşilerin uyguladığı cem ayini ve semah da Türk halklarının kültürel geçmişlerinden gelen bir tapınma biçimidir. Bundan dolayıdır ki, İslam‘da cem ayini ve semah yoktur, demek abestir. Abes olduğu gibi aynı zamanda İslam’ın sadece Ortadoğu’ya has bir din olduğu iddiasına güç kazandırmaktır.
( Yeri gelmişken hemen ifade edelim. Cem ayininin ve semahın teolojik kökeni Kırklar Meclisi ve Kırklar cemidir. Kırklar Meclisi’nin hiçbir İslami kaynakta ( Kur’an ve Peygamberin hadisleri kastediliyor.) yer almadığını iddia eden çevrelere yanıt olmak üzere bir açıklama yapalım. Kuran’da ve peygamberin hadislerinde miraç olayından da çok yüzeysel olarak bahsedilmektedir. Miraçla ilgili olarak Kur’an’da İsra Suresi’nde şöyle denilmektedir:
“ Bir bölüm kanıtlarımızı / ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid – i Haram’ dan, çevresini kutlu kıldığımız Mescdi – i Aksa’ ya götüren ne yücedir. Gerçekten o, işitendir, görendir. “(17)
Miracın metafizik bir olay olması nedeniyle Kur’an’da ayrıntılandırılmadığını görmekteyiz. Fizik alemde yaşayan insanların miraç hadisesini anlamaları ve algılamaları zaten olanak dışıdır. İnsanlara düşen inanmaktır / iman etmektir. Miraç sırasında Hazreti Muhammed’in neler yaşadığı Kuran’da açıklıkla anlatılmamaktadır. Ancak kimi ayetlerin imaen miraçtan bahsettiğine dair yorumlar bulunmaktadır. Burada çok net bir biçimde belirtelim ki, Miraç’taki Muhammed, Mekke’de, Medine’de halkın arasında dolaşan yani fizik alemde yaşayan Muhammed değildir. Miraç’taki Muhammed, fizik alemdeki Muhammed’in metafizik boyutudur. Miraç sırasında yaşanan diğer olaylar da öyledir. Yolda arslan donunda Ali’ye rastlaması, ona yüzüğünü vermesi, sonra dönüşte Kırklar Meclisi’ne uğraması vb. hepsi metafizik olaylardır. Kırklar Meclisi’ndeki Ali de Mekke’de, Medine’de yani halkın arasında dolaşan, fizik alemde yaşayan Ali değildir. Kırklar Meclisi’ndeki Ali, fizik alemdeki Ali’nin metafizik boyutudur. Dolayısıyla Kırklar Meclisi aslında pek çoklarının sandığı gibi fiziki dünyada mevcut olan bir meclis değil, manevi alemde var olan bir meclistir. Yani Alevi / Bektaşi yolunun literatürüne göre bu bir sırdır. Bu sırra da ancak erenler / ermişler / veliler erebilir. Bu sırra ermenin yolu da tasavvufi / mistik bir eğitimden geçmektedir. Nitekim Alevi / Bektaşi yolunun erenleri, yüzyıllardır bu sırrı yolun taliplerine anlatmaktadırlar. Alevi / Bektaşilerin Kırklar Meclisi konusundaki kaynakları da yolun uluları olan erenlerin anlattıklarıdır. Müminler için bu hususta kuşkuya yer yoktur. Zahiriler ve inkarcılar ise buna inanmak noktasında zaten nasipsiz ve kısmetsizdirler. Manevi dünyadaki Kırklar Meclisi’nin üyelerinin maddi alemdeki karşılıkları olan kişiler ise “ Ashab – ı Suffa “ adı verilen topluluğun kimi mensuplarıdır. Metafiziğe inanmayan yani ateist olan kimselerin kalkıp Kırklar Meclisi’ni, Kırklar’ın Cemi’ni, oradan miras kalan semahı, cem ayinini kendi maddeci / materyalist paradigmaları çerçevesinde sorgulamaları kelimenin en hafifiyle dürüstlük değildir.)
Hac ve oruç için de durum aynıdır. İslam’dan önce kadim Arap ve orta doğu kültürünün bir öğesi olarak hac geleneğinin mevcut olduğunu bilmekteyiz. Mekke’de ve Kabe’nin çevresinde her yıl belli aylarda panayırlar düzenlendiğini, bu panayırlara Arap yarımadasının ve Ortadoğunun çeşitli bölgelerinden insanların geldiğini, Kabe’yi tavaf ederek ibadet ettiklerini, bu sırada şiir yarışmaları düzenlendiğini hatta bu şiirlerin en güzellerinin “ muallaka – i seb’a “ adıyla Kabe’nin duvarlarına asıldığını da bilmekteyiz.
Sonradan İslam’la birlikte bu hac olayının daha düzenli ve kurallı hale getirildiğini görüyoruz. Yine İslam öncesi Arap toplumunca kendilerinde savaşın yasak olduğu “haram aylar” adıyla anılan ayların, İslam sonrası dönemde de aynı konum ve işlevini sürdürdüğü dahası onlara ilaveten kutsal üç ayların / Recep, Şaban ve Ramazan’ın ihdas edildiğini de bilmekteyiz. Ayrıca Oruç ibadetinin kadim Ortadoğu ve Arap kültüründe de yer aldığı bilinmektedir. (Gerçi değişik biçimlerde de olsa dünyanın farklı bölgelerinde de oruç benzeri ibadetler vardır.) Nitekim Kur’an’da ;
“ Ey inananlar! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı / farz kılındığı gibi sizin de üzerinize yazılmıştır. Umulur ki, korunursunuz. “(18) denilmektedir. Bu ayette sadece oruç tutulması gerektiği belirtilmiş fakat esaslarına ilişkin bir bilgi verilmemiştir. Bunun nedeni de oruç ibadetinin bölge insanı tarafından biliniyor olmasıdır. Ancak daha sonra orucun tutulma esasları konusunda çeşitli ihtilaflar belirince ayrıntılandırıcı bilgiler içeren diğer ayetler de nazil olmuştur.
Domuz eti yasağı ve sünnet olma geleneği de bu kabildendir. Bilindiği gibi domuz eti yasağı ve sünnet olma geleneği Araplarla aynı orjinden gelen dolayısıyla aynı kültürel iklimi paylaşan yahudilerce de uygulanmaktadır. Yahudilerden gelen pek çok inanç ve geleneğin İslam tarafından miras alındığı bilinmektedir. Hatta ibadet sırasında Yahudi kadınlarının başlarına örtü almaları da İslam’da uygulanan örtü geleneğinin kökenlerinden birini oluşturmaktadır.
İslam’ın kadim Arap ve Ortadoğu kültürlerinin tanrısal vahiyle birlikte doğal bir sentez oluşturduğunu kanıtlayan veriler başlı başına bir çalışma gerektirmektedir. Biz burada bu verilerden sadece bir kaçını sunmakla yetiniyoruz. Bu bağlamda son olarak Kabe’ de bulunan / Kabe’nin bitişiğinde yer alan “ Karataş “ / “ Hacer’ül – Esved “ ile ilgili birkaç şey söyleyelim.
Karataş, İslam öncesi dönemde de Araplarca ihtiram gösterilen nesnelerdendir. Kabe’nin bir onarımının ardından ( Kabe, yapımından sonra pek çok kez onarılmıştır. Bu onarımlar İslam sonrası dönemde de devam etmiştir. Hatta Kabe, karşıt müslüman ordularca bir çok kez yıkılmış ve baskına uğramıştır.) Karataş’ın yerine konulması sırasında bu işlem, Arap kabileler tarafından saygınlık ve nüfuz sebebi sayıldığından tartışma yaşanmıştır. Hazreti Muhammed efendimiz zekası ve feraseti sayesinde bu tartışmanın bir savaşa dönüşmesine engel olmuştur. Sonuçta her bir Arap kabilesinden bir temsilcinin katılımıyla peygamberin hırkasının üzerine konulan Karataş, hırkanın uçlarından tutmak suretiyle hep birlikte yerine yerleştirilmiştir. Karataş, Kabe’nin tavaf edilmesi sırasında tavafa başlangıç noktası olarak kullanılmaktaydı. İslam’dan sonra da aynı şekilde bir işlevle Kabe’deki mevcudiyetini sürdürmüştür. Ne var ki zamanla bu konumunun ve işlevinin ötesinde bir ihtirama kavuşmuştur. Zamanla kutsallaşmış, kendisine el ve yüz sürülen, öpülen, karşısında ağlanılan bir nesne haline gelmiştir. Dahası bu taşın cennetten geldiğine inanılmaya başlanmıştır. Yine bilindiği gibi İslam tarihindeki en ilginç oluşumlardan biri olan Karmatiler, Karataş’a gösterilen ihtiramı putçuluk olarak değerlendirip, bir Hac ibadeti sırasında Mescid – i Haram’ı basmış, pek çok hacıyı kılıçtan geçirmiş ve bu taşı alarak götürmüşlerdir. Yirmi yıl boyunca Karataş, Karmatilerin elinde deyim yerindeyse tutsak kalmıştır. Hatta Karmatilerin liderinin bu taşı tuvalet taşı olarak bile kullandığı rivayet edilmektedir. Daha sonra Fatımi halifesinin ricası üzerine Karataş, tekrar yerine konulmuştur.
Burada anlatmaya çalıştığımız olay şudur: İslam öncesi dönemde Kabe’de bulunan tüm putlar Mekke’nin fethinin ardından yıkılmışken, bu taşa dokunulmamış ve bu taş put olarak değerlendirilmemiştir. İslam öncesi dönemin çok önemli ve güçlü bir kültürel, dinsel öğesi olan Karataş, İslam sonrası dönemde de aynı şekilde muhafaza edilmiştir. Karataş, bugün de Hacca giden Sünni ve Şii Müslümanlar tarafından büyük bir ihtiramla selamlanmakta, öpülmekte, kendisine el ve yüz sürülmekte, karşısında ağlanılmaktadır. Başlangıçta bölge insanın, sonradan da bütün Sünni ve Şii Müslümanların değer verdiği Karataş ve ona gösterilen ihtirama saygı duyuyoruz. Ancak, Alevi / Bektaşi Müslümanların türbe ziyaretleri sırasında Alevi / Bektaşi yolunun erenlerinin sandukalarını öpmesini, yatırlara mum dikmesini, Hazreti Ali’ye ve dolayısıyla onun don değiştirmiş hali olduğuna inanılan Hükar Hacı Bektaş Veli ve Şah İsmail Hatai’ye uluhiyet atfetmesini, Ay ve Güneş’e ihtiram etmesini şirk yani Tanrı’ya ortak koşma olarak gören Sünni ve Şii din bilginlerine ve özellikle de Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’na sormak isteriz :
Eğer Alevi / Bektaşilerin yukarıda sıraladığımız inanç ve ritüelleri şirkse Karataş ve ona gösterilen ihtiram şirk değil midir ?
Yine Türkiye’de özellikle Ramazan ayı içerisinde cami cami dolaştırılan ve “ sakal – ı şerif “ diye anılan Hazreti Muhammed’in sakalının öpülmesi, koklanması, el ve yüz sürülmesi ve yine Hırka – i Şerif Camii’nde bulunan peygamberin hırkasına gösterilen ihtiram ve saygı şirk değil midir ?
Alevi / Bektaşilere göre bunların hiçbiri şirk değildir. Bir sevginin ve bağlılığın yansımasıdır, dışa vurumudur. Alevi / Bektaşi Müslümanlar, Sünni Müslümanların bu ritüellerine saygı duymaktadırlar. Ancak aynı saygının kendi inanç ve ritüellerine de gösterilmesini gayet tabii olarak beklemektedirler.
Görüleceği ve gayet net bir biçimde anlaşılacağı üzere Alevi / Bektaşilerce yaşatılmakta olan sayısız kamcı / şamani gelnek, inanç ve ritüeller, Aleviliği asla İslam dışı kılmaz, kılamaz.